Pop müziğe reklam ve sponsorlukların gölgesi düşerse

Steve Jobs, Björk‘ü bizzat cep telefonundan arayıp, Apple reklamlarında bazı parçalarını kullanmak istediğini ifade ederken, çok kesin bir “hayır” cevabı almayı muhtemelen beklemiyordu. Ama sonuç tam da böyle oldu. Jobs’u, dolayısıyla yüklü bir miktar parayı reddetmekte tereddüt etmeyen İzlandalı müzisyen, o günlerde, “Geri kafalı bir serseri olduğum için, ne bir şarkımı reklam müziği için veririm ne de bir turneme sponsor alırım. Bir reklam filminde kendi müziğini duymak, bir müzisyen için utanç verici,” diyerek radikal tavrını açıkça ifade ediyordu.

Ancak bu tavrını uzun süre devam ettirmesi mümkün olmadı. Reklam endüstrisinden ve sponsorluk mekanizmasından uzak kalmak, bugün sadece kişisel bir tercih olmaktan çıkmış durumda. Çünkü pek çok müzisyen için geleneksel kazanç kaynağı olan albüm satışları 2000’lerin ilk on yılında ortalama %65 düşmüş durumda. Kendilerine yeni gelir kapıları açmak isteyen müzisyenler, daha sık canlı performans sergilemeye yönelmek zorundalar. Toplam konser gelirlerinin, toplam albüm satışlarını geçmiş olması bunun en büyük ispatı.

Canlı performans, albüm kaydederek müzik dükkânlarında ya da internette satmaya göre oldukça yorucu ve yoğun bir iş temposu anlamına da geliyor. Diğer yandan kayıtlarda tolere edilen pek çok müzikal hatanın da seyircinin gözüne sokulması demek. John Lydon, Sex Pistols‘ın ilk dönemini anarken, enstrümanlarını çalmayı pek bilmediklerini ama bunun onları daha da karizmatik yaptığını, seyircinin bununla ilgilenmediğini söyler. Ancak, punk öleli yaklaşık otuz yıl oldu ve artık popüler müziğin hedef kitlesi bu gibi çılgınlıkların peşinde değil.

Müzik gruplarını konser vermeye en çok teşvik edenlerse, sponsorlar. Markaların bizzat organize ettiği konserler, müzisyenler için reddedilemeyecek gelirleri de vaat ediyorlar ve çoğunlukla müzisyenlerin planlı turnelerinin dışında bir zaman ve mekânda gerçekleşiyorlar. Ayrıca büyük kısmı seyirciler için ücretsiz oluyor. Böylece, pop müziğin bir tüketim ürünü karakteri daha önce hiç olmadığı kadar belirginleşiyor; pop müzik, artık tüketici odaklı “ana akım” kültürün en vazgeçilmez parçası durumunda. Markalar, kendilerini de pop yıldızları şeklinde tanıtıyorlar. Şirket yönetimleri, geçtiğimiz on beş yılda popüler kültür mekanizmalarını özümsediler ve aynı reçeteleri kullanarak tüketicilere ulaşacak yeni bir kanal keşfettiler.

Rihanna Pepsi ışıklarının altında sahne alıyor.

Indie ve elektro-pop gibi daha genç türler, büyük markaların gözdesi. Bu türler, otuz beş yaş çizgisinin hem altına hem de üstüne hitap edebiliyorlar. Şirketlerin sponsorluk sözleşmesi yaptığı grupların meşhur ya da bilinir olmaları da gerekli değil. Örneğin Apple, tam bir ana akım marka olmasına rağmen, marjinal ya da ana akım dışında kalan müzikleri kullanmaya çekinmiyor, çünkü bir nesnenin marjinal ya da yeraltı (underground) özellikler taşıması, bireylerde “ayrıcalıklı olma” hissini dürtüyor.

Red Bull ve Converse gibi firmalar artık kendi müzik stüdyolarına da sahipler ve bu şekilde sponsor oldukları müzisyenlere akıl hocalığı da yapıyorlar. İşte tam da bu noktada eleştiriler yoğunlaşıyor. Bu gibi girişimlerin temel hedefi, müziğin sanatsal içeriğini ön plana çıkartmak değil, üretimi ve dolayısıyla da tüketimi körüklemek. Sponsorluk ve reklam, insanlara ulaşan müziğin alt metni olarak satın alınması istenen bir sakızı, içeceği ya da giyeceği taşımaktalar. Bu durum, zamane krallarını eğlendirmekle yükümlü modern soytarıları çağrıştırıyor. Soytarılar, zaman zaman Jan Delay gibi çizmeyi aşarak bizzat kralı da eleştirmekte özgürler. Delay, bir meşrubat markasının sponsorluğunda verdiği konser sırasında, sahnede rakip firmanın içeceğini açarak içmişti. Ancak sponsor firma yöneticileri, Jan Delay gibi bir karakterin bu eyleminin, markaları için en büyük reklam olduğuna kanaat getirip memnun olmuşlardı.

Optimusminimus, kendini gezdirmekten yorulup ruhunu gezdirmeyi tercih eden, asgari müşterekler arayışında, tembel bir hoş seda düşkünüdür.

Website | + posts

Bir Cevap Yazın