Hip hop’un doğuşu ve yükselişi I: Siyah bir isyandan satılabilir bir metaya dönüşürken

Aslında 70’lerin New York’unda siyahlar ve Güney Amerikalılar arasında şekillenen bir altkültür olan hip hop, günümüzde daha çok, kibarca söylemek gerekirse, mesaj kaygısı içermeyen sözleriyle ve şovenist video klipleriyle tanınan bir müzik türü olarak bilinir.

Batı Afrika yerlilerinin ritmik sözlerle hikâye anlatma geleneğinin, köle ticaretiyle 20. yüzyıl Amerika’sına kadar taşınmasının ardından hip hop, 60’ların sonunda Müslüman Afroamerikalılardan mürekkep Last Poets‘in davul ritmi üzerine kaydettikleri siyasi şiirlerden oluşan albümüyle güncel bir müzik türü olmaya doğru hareket etti. Bu henüz adı konmamış ve hip hop’a evrilecek müzik, ezilenlerin ve kapitalist Amerika’da kıt kanaat geçinenlerin gürleyen, fakat çok duyulmayan sesiydi.

Teknik olarak henüz bugünkü halinden epey uzakta olan erken dönemdeki hip hop, yoğun olarak Amerikan toplumunun en alt kesimini oluşturan Afroamerikalılar ve göçmenler arasında yayılırken, beyazlar aynı yıllarda –ki o yıllar 70’lerin başıydı– daha çok heavy metalin peşindeydi. Metalin kuru ve kaba öfkesine karşı hip hop’un siyasi bir kimlik kazanmakta olduğunun fark edilmesi üzerine Amerikan müzik endüstrisi, 70’lerde disco türüne altın çağını yaşatmak üzere güçlerini seferber etti. Disco, sistemle kavga etmeyen, siyasi bir söylem taşımayan, dans ve eğlenceyi öne çıkartan “munis” bir türdü. 70’ler, Amerika’da siyahlara ve göçmenlere yönelik ırkçılığın görece olarak hafiflemeye başladığı yıllardı ve böyle sivri siyasi oluşumlara gerek yoktu.

Yer yer Avrupai ve eğlenceli disco, Gloria Gaynor, Donna Summer, The Jacksons gibi pek çok siyah yıldızına rağmen, siyahlar arasında zamanla tepki çekti. Disco, sadece eğlenceliydi, oysa siyahların beyazları eğlendirmekten daha mühim sorunları vardı. 80’ler başlarken disco’yla paylaştıkları, kendini tekrar eden “funky” ritimleri, elektronik ses efektleriyle birleştirerek bugün Hip Hop olarak bildiğimiz müziğin temelleri tam da o zamanlarda atıldı. Ancak Hip Hop, henüz sadık takipçilerden geniş kitlelere ulaşmış sayılmazdı.

Akıntıya ters kürek çeken Hip Hop, sadece müzik değil, farklı sanat türleri ve ifade şekilleriyle, bir altkültür olarak yoluna devam etti. Amerika’da 60’larda siyasi eylemcilerce kullanılan bir ifade yöntemi olan grafiti, en çok New York’ta rağbet görmekteydi ve Hip Hop’un umarsız, ritme dayalı ruhunun grafiksel bir ifadesi gibiydi. Bu haliyle, Hip Hop müzisyenleri arasında çok popüler oldu. Bu arada break dance adı verilen bir dans türü de hip hop takipçileri arasında yayıldı. Dansçılar, teknik becerilerini, müzik eşliğinde sırayla “savaştırmak”talardı. Oldukça akrobatik hareketlerden oluşan bu dans, 1984 Los Angeles olimpiyatları kapanışında, Lionel Richie’nin “All Night Long” parçası eşliğinde, “nezih” bir ortamda, aynı anda tüm dünyayla buluştu. Break dans, Hip Hop’ın adeta fiziksel bir ifadesiydi.

80’ler Hip Hop’un patladığı yıllar oldu. Teknoloji de, bugün geldiği seviyeye kıyasla çok gerilerde de olsa, müzisyenlerin kullanımına sunduğu elektronik ritim aygıtlarıyla (drum machine), bu ritim tabanlı müziğe hatırı sayılır bir ivme kazandırmıştı. Ayrıca, yeni geliştirilen sampler türü edevat, daha önce elle yapılan pek çok efektin elektronik olarak çıkarılmasını sağlıyordu. Böylece Hip Hop, ektronik müzikle yakın bir akrabalık da kurmuş oldu. Zaten, diğer türlerle ilişki kurmaya ve kaynaşmaya çok müsait bir doğası vardı. Aerosmith ve Run DMC’nin işbirliğiyle tüm dünyada büyük hit olmuş “Walk this way”, Rock ile Hip Hop münasebetinin nasıl olabileceğini de, ticari başarıyla göstermişti.

Bu arada müziği icra edeceklerin rolleri de belirginleşti. DJ adını alan müzisyenler, doğrudan bir enstrüman çalmamakta, elektronik edevatın kullanımını üstlenmekteydi. Mikser, çoğunlukla birden çok sayıda DJ seti, am-fi ve hoparlörler DJ’lerin kontrolündeydi. Böylece ses efektleri, ritim, öne çıkması gereken sesler canlı olarak kontrol edilebiliyordu. MC adı verilen grup üyeleriyse işin sözel bölümünü gerçekleştiriyorlardı. Görevleri, solist olarak, çoğunlukla asıl ritimle ahenkli ve akıcı şekilde, sözleri melodili ya da melodi olmaksızın söylemekti. Beatbox olarak adlandırılan başkaları da, kimi zaman drum machine yerine davul sesini, ağzılarını enstrüman olarak kullanmak yoluyla müziğe katmaktalardı.

Amerika’da siyahlar ve göçmenler arasında yayılan hip hop, yavaş yavaş kendine ait terminolojisini ve argosunu oluşturmaya başlamıştı. Gerek göçmenlerin kimi zaman bilinçsizce dili bozarak konuşmaları, gerek siyahların kimi zaman beyazların eğitim belirtisi dilini reddederek bile isteye  dili deforme etmeleri, kimi zaman kelimeleri anlaşılması zor kısaltmalarla değiştirmeleri sonucu, yepyeni ve orijinal bir argo gelişti. Böylece, hip hop, kendilerini egemen beyazlardan hissetmeyenler için bir kimlik oluşturucu haline de geldi. Ağırlıklı olarak eğitimli beyazlar ise bu müziğe, tpkı kenar mahalledeki siyahlara olduğu gibi mesafeli kaldılar.

Soğuk Savaş dinip 90’lar yaklaşırken, dünya değişmekte, kapitalizm yeni bir evreye geçmekteydi. Müzik ve doğal olarak hip hop da bir üründü ve artık zavallı siyahların siyasi yakarışlarını anlatan şiirlerden daha fazlası olmalıydı. Bu haliyle hip hop, çok pazarlanabilir bir ürün olmadığından, Amerikan müzik endüstrisi işin içine para, seks, uyuşturucu ve hatta kan enjekte etmeye karar verdi. Ayrıca, toplumun alım gücü daha yüksek kesimini oluşturan beyazların da dikaktini çekmek gerekliydi. Üstelik, Amerika’nın pek de gizli olmayan ırkçılığı, siyahlar için yeni bir rol tasarlamaktaydı. 90’lar, tıpkı dünya için olduğu gibi, hip hop için de bambaşka bir dönem olacaktı.

(“Hip hop’un doğuşu ve yükselişi”, ikinci bölümüyle çok yakında devam edecek. Dünyada ve Türkiye’deki heavy metal tarihi için bakınız.)

Optimusminimus, kendini gezdirmekten yorulup ruhunu gezdirmeyi tercih eden, asgari müşterekler arayışında, tembel bir hoş seda düşkünüdür.

Website | + posts

Hip hop’un doğuşu ve yükselişi I: Siyah bir isyandan satılabilir bir metaya dönüşürken” üzerine 4 yorum

Bir Cevap Yazın