Etgar Keret’le söyleşi I

Etgar Keret kitaplarımızı imzalarken.

Bir restoranda yemek yiyorsan ve masanın karşısında oturan adam çatalını senin değil de kendi tabağındakini yemeği yemek için kullanıyorsa şükran duy!

Kanlı canlı bir insanla, hele de bu sevdiğim bir öykücüyse –bir de üzerine dil problemi varsa– söyleşi yapmak fikri bana hiç sıcak gelmiyordu. Neredeyse silah zoruyla ikna oldum zaten. Sadece emir değil hatır da demiri kesiyormuş demek. Ama daha selamlaştığımız andan itibaren hepimiz –benim için– şaşılacak derecede rahattık. Etgar Keret beklediğimin aksine tam beklediğim gibi biriydi. Genelde bu konularda yanılır, hayal kırıklığına uğrarım çünkü. Öykücülerin mütevazı insanlar olduğuna dair kutlu genellememizin hanesine bir çentik daha atabiliriz arkadaşlar. Zaten uzun sürmüş bir söyleşiye aynı uzunlukta bir giriş yazmanın âlemi yok. O gün sohbete bodoslama başlamıştık, şimdi de öyle olsun. (Normalde paranteziçlerinde gülüyoruz, gülüyor filan gibi açıklamalar da yapılıyordu ama ben yapmayacağım, benden görüp göreceğiniz parantez muhtemelen budur. Kâh güldük kâh hüzünlendik değerli blog okurları.)

——

AYKUT ERTUĞRUL: Kimleri kendinize yakın buluyorsunuz dünya edebiyatında, kimlerden etkilendiğinizi düşünüyorsunuz?

ETGAR KERET: Ee, yazmaya zorunlu askerlik sırasında başladım. Çok kötü bir askerdim. Ana eğitim sırasında cezalandırıldığımdan üsten ayrılamıyordum ve herkes gittikten sonra tek başıma kalıyordum. Çok sıkılmıştım ve Kafka’nın Dönüşüm ve Diğer Öyküleri’ni buldum. Okumaya başladım ve çok büyük bir rahatlama hissettim. Çünkü insanlık tarihinde benden daha gergin ve boktan durumda bir insan olduğunu fark ettim. İsrail’de yazarlar geleneksel olarak papaz, öğretmen ya da eğitmen gibi görülürler, saygı duyulan kişilerdir. Bu yüzden hiçbir zaman yazar olabileceğime inanmamıştım çünkü yanıt için başvurulacak biri değilim, bende hiç yanıt yok. Ama Kafka’yı keşfettikten sonra bir yazar olarak yanıtlara sahip olmak gerekmediğini, bazen yalnızca bir soru yöneltmenin ya da okurlarla zayıflıklarınızı ve korkularınızı paylaşmanın yeterli olduğunu anladım. Sanırım yazmaya ilk başladığımda beni etkileyen diğer yazarlardan biri de Kurt Vonnegut’ydu, Amerikan yazar; çünkü bence mizahı çok güçlü bir biçimde kullanıyordu. Çünkü mizah çoğunlukla insana bir rahatlama sağlar ve Vonnegut’da mizah, duygusal derinliğin bir başka biçim bulma şekliydi. Okuduğunuzda komik geliyordu ama güldüğünüzde kendinizi daha iyi hissetmiyordunuz. Bence mizahın, Bashevis Singer, Sholom Aleichem, hatta Woody Allen gibi Yahudi diaspora yazarları tarafından kullanılma biçimiyle, ki bu çok farklı bir mizah türü, Yahudi mizahı çok sıcaktır, empati gösterir, yakınlarınıza duygularınızı ifade etme biçimidir, yani ikisinin, Vonnegut tarzı mizahla Yahudi mizahının karışımı, bu ikisini bir araya getirebilirsem bunun iyi olacağını düşündüm.

AE: Allen daha bir havai, entel… Sizin tarzınız Vonnegut’ya yakın, ayakları yere basan, daha toplumsal. Bilekkesenler gösterime girdiğinde Village Voice’da hakkınızda, İsrail’in Woody Allen’ı diye bir yorum yapılmış.* Bence Allen ile sizin en başta humour anlayışlarınız farklı.

Bilekkesenler’in afişi.

EK: Bence çok farklı. Bence her şeyden önce Woody Allen kendini bir komedyen olarak görüyor ve onun için amaç şaka yapmak. Bendeyse mizah asla amacın kendisi değil. Mizah, bir darbeyi yumuşatmanın bir yolu. Yani sana yumruk atmak istiyorsam öne bir şaka koyuyorum, anlıyorsun ya, sana o kadar sert gelmesin diye. Yani, sanırım bunu daha önce de söyledim, bence mizah arabadaki hava yastığı gibi. Yani onu ancak gerekli olduğunda kullanıyorsun. Her zaman değil. Yalnızca bir tehlike olduğunda. Yani bunun temelde Allen’dan farklı olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bence Woody Allen mizahında daha şüpheci, daha gerçekçi bir şeyler var; bense her zaman mizahı ve genel olarak yazmayı sevgiyle, bağlantıyla ilişkilendiriyorum. Benim için yazmak temelde iyimser bir şey, gerçekler acı ve zor bile olsa.

AE: Hava yastığı demişken, öykülerinizin ortak noktası hepsinin birer el bombasını andırması. Pim çekilir, mandal bırakılır, üç ila beş saniye sonra bom! Her patlamayla gerçek tam anlamıyla ortaya saçılıyor. Fazla politik öyküler yazmakla suçlandınız mı hiç?

EK: Hayır, aslında İsrail’de politik öyküler yazmamakla suçlandım.

AE: Allah Allah.

EK: Çünkü İsrail’de “politik” kelimesi bir tür sorunsal bakış açısıyla özdeşleştirilir. Amos Oz ya da David Grossman gibi İsrailli yazarlar belli bir siyasi partiden ve onların planlarından yanadırlar. Cenevre Girişimi’nden yanayız, bunu yapmalıyız falan derler. İsrailli okurlar için de soyut olanlar şeyler politik sayılmaz.

AE: İlk öykünüzü zorunlu askerliğiniz sırasında yazmışsınız. Askerlik; hem de üç yıl. Benim de uzun bir askerlik tecrübem oldu. (Burada kısa bir süre askerlikten konuşuyoruz.) O baskı, kısıtlanmışlık duygusu tetikliyor galiba yazmayı?

EK: Kesinlikle. Orduda olduğunda uyum sağlamak istiyorsun; şahsen dikkat çekmek, herhangi bir şekilde farklı görünmek istemiyorsun. Çünkü herhangi bir özgünlük bir zayıflığa dönüşüp sana karşı kullanılabilinir. Ana eğitimde tüm erleri yan yana dizdiklerinde, astsubay tuvaletleri temizleyecek birini ararken senin için en iyisi seni kesinlikle hatırlamamasıdır, onun üzerinde herhangi bir izlenim bırakmamış olmandır. Ama eğer çok şişkoysan, çok kısaysan, çok uzunsan ya da kızıl saçlıysan o zaman, “Pışt, şişko, git tuvaleti temizle”, “Pışt, güdük, git tuvaleti temizle,” der çünkü tüm bölüğün kalabalığın arasında sivriliyorsun. Bu yüzden özgünlüğünü gizlemeyi öğreniyorsun. Benim için de askerdeyken yazmak neredeyse bir itiraf kaleme almak, “Ben herkes gibiymişim gibi görünüyorum ama aslında değilim,” demekti.

AE: Berbat bir şey şüphesiz. Burada da öyle. Ama yalıtamıyorsun kendini. Kendi halkını, insanlarını tanımak açısından faydalı olduğunu da söyleyebilir miyiz bunun? Yani insan istese de kaçamaz bu durumdan, zorunlu olarak birileriyle aynı koğuşta yatacak, yaşayacaksın. Belki de sivil hayatında hiç yaşamak, yan yana olmak istemeyeceğin kişilerle…

EK: Öncelikle şunu söylemeliyim: İsrail’de ordunun çok olumlu bir sosyal işlevi var çünkü ülkenin sosyal sınıflara ayrılmış bir topluma dönüşmesine engel oluyor. Çünkü zenginsen de, başkanın çocuğuysan da, çok fakirsen de fark etmiyor, neticede aynı şeyi yapıyor olacaksın. Yani toplumun doğasında öyle bir şey var ki, herkes birbirini askerlikten, ihtiyatlık hizmetinden tanıyor çünkü ihtiyatlık hizmetini sonra yirmi yıl boyunca yapıyorsunuz. Yani içinde insanların diğer sınıflardan ayrılamayacağı bir toplum yaratıyor.

AE: Toplumun orta ve alt tabakası için düşününce aynı şey bizim için de geçerli.

EK: İsrail’de aynı zamanda erler daha düşük sınıflardan gelen insanlar. Amerika’daki gibi, West Point’e gittiğin zamanki gibi değil. Bu yüzden çoğu zaman eğer zengin bir aileden geliyorsan büyük ihtimalle komutanın daha düşük sınıftan gelen biri olacak.

AE: Askerliği bitirelim, sizin için de sıkıcı muhtemelen. Tesadüf öykülerinizde önemli bir yer kaplıyor. Tesadüfen mucizeler oluyor, tesadüfen gerçeküstü olaylar gerçekleşiyor; her şey yolunda giderken minik bir tesadüf, her şeyi değiştiriyor. Daha garibi tüm bu olağanüstülükler karşısında karakterleriniz genellikle kayıtsız kalıyorlar. Yani aslında bunun olması normalmiş gibi. Bu yönüyle Marquez’i, hatta biraz da Buzzati’nin öykülerini andırıyor öyküleriniz. Masallarla aranız nasıldı? Marquez’inki kadar açık olmasa da masalların öykücülüğünüze bir katkısı varmış gibi görünüyor.

Keret’in ilk kitabı.

EK: Öncelikle, bence karakterlerimin olağanüstülüğün karşısında normal davranmasının sebebi, benim kendi hayatımda, insanların sıradan bulduğu birçok şeyi sıradışı bulmam. Yani tüm hayatım boyunca “Tamam, bu çok çok garip ama kimse bir şey demiyor o zaman ben de demeyeceğim,” demeyi öğrendim. Dün döviz bürosuna gittim. Önde plastik bir pencere vardı ve arkasında güzel bir kız oturuyordu. Önünde 50 avro çıkarttım, aldı, aşağı koydu ve kendi kendime, “Ya şimdi dönüp de ‘Size yardımcı olabilir miyim beyefendi?’ dese?” diye düşündüm. Çünkü yapabilirdi, arada plastik cam vardı. Yani benim için toplumsal yapının işleme biçimi –gidiyorsun, para veriyorsun, geri veriyorlar– karımla sokağa çıktığımda daha büyük bir adamın gelip beni dövmemesi, karıma tecavüz etmemesi gerçeği bana inanılmaz geliyor; ben de o olağanüstülüğe alıştım.

AE: O döviz bürosunda bir anda her şey bir mafya alışverişine dönseydi bir Keret öyküsü olabilirdi, evet.

EK: Annem de babam da Holokost’tan kurtuldular. Ve o deneyim, insanlığın en felaket hali… Annem annesini de, babasını da, erkek kardeşini de kaybetti; annesi gözlerinin önünde öldürülmüştü. Ve bana her zaman, “Etrafındaki dünyaya bakarken, bunun her zaman kutuda bir yiyecek aldığında yazan o servis teklifi gibi olduğunu düşün,” derdi. “Gördüklerin, etrafındaki hayat bir seçenektir, ontolojik bir gerçek değildir, her an değişebilir. Bir restoranda yemek yiyorsan ve masanın karşısında oturan adam çatalını senin değil de kendi tabağındakini yemeği yemek için kullanıyorsa şükran duy,” derdi bana. Senin yemeğini yiyeceğinden korkma ama yemediği için minnettar ol. Çünkü ana değeri bu değil.

Masal sorusuna da gelirsek şunu söyleyebiliriz: Masallarla modern yazı arasındaki mekanizmada şöyle bir fark var. Modern yazı bir tür özdeşleşmeye dayanıyor. Bir karakter var ve onunla yakınlık kuruyorsun. Masallardaysa benim gördüğüm kadarıyla karakterler genelde çoklu bir organizma, bir karınca şehri gibi. Çoğunlukla insan psikolojisinin derinliğine sahip olmuyorlar ama belli bir duyguyu dillendiriyorlar. Rüyalara çok benziyorlar; yani masallarda bir karakter grubu gördüğünde “Bu adam bana benziyor,” demiyorsun, “Bu durum içimde duygusal bir tepkimeye yol açıyor,” diyorsun. Ve bir yazar olarak bu mekanizma bana yakın geliyor.

The Village Voice‘un yazısına buradan ulaşabilirsiniz.

(“Etgar Keret söyleşisi”, ikinci bölümüyle yarın devam edecek.)

Aertugrul‘da öyküvarpolifonikmelodivarçıktıvarmarlborovarhamsivarhikâye varokulçantasıvartürkselvaraveavarkontürvardergivarinternetvar.

Website | + posts

Etgar Keret’le söyleşi I” üzerine 2 yorum

Bir Cevap Yazın