Etgar Keret’le söyleşi II

(Etgar Keret söyleşisi kaldığı yerden devam ediyor. Birinci bölümüne buradan ulaşabilirsiniz.)

Nimrod Çıldırışları

AE: Öykülerinizdeki –son kitaptan örnek verecek olursak “Yalan Ülkesi” mesela– hızlı atmosfer değişiklikleri beni hakikaten şaşırtıyor. Biraz ukalaca olacak ama öykülerinizdeki özgünlüğün temel taşlarından birisinin bu olduğunu düşünüyorum. Bir an bir masalın içindeymişiz gibi hissederken bir an sonra sert mesajlar veren bir zaman ve mekânda gözümüzü açabiliyoruz. Bu bilinçli bir tercih mi?

EK: Bilinçli bir tercih değil ama genelde şunu söyleyebilirim: Romantik yazarlar var, bir de neoklasik yazarlar var. İkisi de son derece saygın ama ben kendimi daha çok bir romantik yazar olarak görüyorum. Bu yüzden sanırım hiçbir zaman bir türün içinde yazmadığımı, bir türü kullanamadığımı söyleyebilirim. Bir türde yazdığım zaman, o tür bir kulüp gibi ve o kulübün kurallarına uymak zorundayım. Ama benim onu kullanma şeklim, bir kaşıkla toprağı kazmaya benziyor. Kaşıkla toprağı kazdığınız zaman insanlar gelip “Ne yapıyorsun, o kaşık, onunla çorba içmen gerekiyor,” diyor ama ben “Evet ama benim bir deliğe ihtiyacım var, çorba içmeye değil,” yanıtını veriyorum. Edebi gelenekleri bu şekilde kullanıyorum, asla beni kontrol etmelerine izin vermiyorum.

AE: Nimrod Çıldırışları‘nı biraz geç okudum, birkaç ay oldu daha. “Tuvia’nın Vuruluşu” kesinlikle beni en çok etkileyen öykülerinizden birisiydi. Kederli bir öykü ama tamamen karanlık da değil. Türkiye’nin son dönem iyi öykücülerinden Ahmet Büke’ye ait şu sözü yanına not aldığımı hatırlıyorum: “İnsan dediğin çok garip, çok şahane, çok boktandır.” Siz insanlık adına ümitli misiniz?

EK: Ben insanlığa yürekten inanıyorum. Eğer insanlık bir cihaz sayılırsa, mesela iPhone gibi, harika olduğunu düşünüyorum. Onu kullanma şekillerimiz beni her zaman mutlu etmiyor ama potansiyel olarak çok güzel olduğunu, henüz yalnızca yüzeyini kazımaya başladığımızı düşünüyorum. Yani potansiyelimize yürekten inanıyorum ama bu potansiyelimizi kullanacağımız sözünü veremiyorum.

AE: Genç yazarlara tavsiyeler içeren Hemingway’e ait bir liste var, ilk madde şu: “Kısa cümleler kullanın.” Aslında sizin de kısa cümleleri sevdiğinizden dem vuracaktım ama daha cümleme başlarken vazgeçtim. Sizin listenizi daha çok merak ediyorum.

Etgar Keret’ten genç yazarlara on kural için resme tıklayınız.

EK: Önce şunu söylemeliyim: Yazarlar için on kural yazdım. Eğer isterseniz bulması kolay. İngilizcede, Rookie diye bir dergide yayımlandı ve Facebook sayfamda bağlantım var. Herkesi Facebook sayfama çağırın, çok eğlenceli.* Yani on kuralım var ama benim için en önemli olanını söyleyebilirim. Kurallarım teknik değiller, kısa cümleler gibi. Ama söyleyebileceğim en önemli şey şu ki, yazmaya oturduğunuzda sevdiğiniz, tutkuyla bağlı olduğunuz şeyi yazmalısınız. Bence çok fazla insan edebiyat yapmaya, akıllıca bir şeyler ya da okurlar için bir şeyler yazmaya çalışıyor. Bence kısaca en çok anlatmak istediğiniz hikâyeyi yazmalısınız.

AE: “Bir şey uydurup dünyayı tekrar anlaşılır kılmak zorunda hissediyorum kendimi. Çocukluğumdan beri böyleydim. Anlamadığım bir şey gördüğümde illa ki bir öykü yazardım.” Türkiye’de sizinle yapılan bir söyleşiden bu cümleler. Şair Cahit Zarifoğlu sizin öykülerinizdekine benzer bir hayret duygusuyla “Ne çok acı var,” diyor bir şiirinde. Öykülerinizdeki acının dozu sizce de biraz yüksek değil mi? Anlayamadığınız şey bunca acı mı? İnsanın ölçüsüz zalimliği mi? Çünkü şahsen ben öykülerinizden iyimser olduğunuz sonucunu çıkartmadım. Mesela “İyi Niyet Öyküsü”nün iyi adamı, Patrick Grace’le aynı fikirde misiniz? İnsan saf kötü ya da saf iyi olabilir mi, bir hastalık mı peki bu?

EK: En üzücü ve aşırı şiddetli durumlar benim oturup yazmama neden oluyor ama bence yazma sürecimde bu gerçekliği katlanılır kılmaya çalışıyorum. Yazdıklarımda, Coca-Cola reklamı gibi bir hayat reklamı değilim ama uzaylı ırklar için, bizi yok etmemeleri, bize bir şans daha tanımaları adına bir nevi tavsiye mektubu gibiler.

AE: “Parıltılı Gözler” ve “Uçan Santini’ler” öykülerinde fena çarpıldım. Çocuklar öykülerinizde önemli bir yer tutuyor. Baba olmak bir insanı elbet değiştirir ama öykülerinizde bir kırılmaya yol açtı mı? Benim de iki oğlum var.

EK: Öyle mi? Kaç yaşlarındalar?

AE: Biri on bir aylık, diğeri dört yaşında.

EK: Son öykü kitabım, baba olarak yazdığım ilk kitap. Her zaman anne babalarla çocuk ilişkisi üzerine yazıyordum ama son kitapta ilk defa babanın bakış açısından yazmaya başladım, daha önce her zaman çocuğun bakış açısından yazardım. Bence baba olmak birçok şeyi değiştirdi çünkü genç ya da daha genç biri olarak her zaman hayata karşı duran bir insandım, hayatla yüzleşiyordum, mutsuzdum bir anlamda. Ama bir baba olarak kendimi oğlumla dünya arasında bir tercüman olarak görüyorum. Bu da oğlumu, onu doğurmanın, onu bu dünyaya getirmenin iyi bir fikir olduğuna ikna etmem gerektiğini düşündürüyor bana. Ve gerçekten inandırıcı olabilmem için buna benim de inanmam gerekiyor. Size çocuk sahibi olmanın hayatımı nasıl değiştirdiğine küçük bir örnek verebilirim, sabrınız varsa tabii.

Oğlum üç üç buçuk yaşındayken bir taksiye bindik, arkada gidiyorduk. Bazen arkada bir küllük oluyor. Ve oğlum küçük bir çocuk, oraya buraya hareket ediyor, küllüğe çarptı ve küllük düştü. Şoför, iriyarı bir Rus göçmeni dönüp oğluma bağırmaya başladı: “Bunu neden yaptın? Arabamı kırdın!” falan. Ben de ona bağırdım: “Kapa çeneni seni orospu çocuğu, tek kelime daha edersen bir daha asla taksi süremeyeceğini garanti ederim eşek oğlu eşek.” Ona, “Eğer üç yaşındaki bir çocuğu hoş göremiyorsan git kendine başka iş bul,” dedim, “belki ölüleri tıraş edebilirsin.” Böylece adam sustu, ben de sustum. Sonra oğlum, “Baba, adam bana ne dedi?” diye sordu. Ben de onu, “Bacaklarını oynatırken dikkat et ki bir şey kırmayasın dedi,” diye yanıtladım. O da, “Sen ona ne dedin?” diye sordu. Ben de, “Bunu istiyorsa söyleyebileceğini ama konuşurken sesini yükseltip bağırmamasını söyledim,” dedim. Oğlum da, “Ama sen de ona bağırıyordun,” dedi. “Haklısın,” dedim, “özür dileyeceğim.” Dönüp adama, “Bağırdığım için özür dilerim,” dedim. “Özür dilerim söylediklerim için.” Arabada gidiyoruz ve Rus adam çok sinirli, gidiyoruz, oğlum dönüp, “Ama o özür dilemedi,” dedi. Ben de bir şey demek istemedim çünkü durum malum… “Özür dilemedi ama sana bağırdığı için üzgün olduğunu biliyorum,” dedim oğluma. Oğlum da, “Üzgün olduğunu sanmıyorum,” dedi. Şoför o sırada dönüp, “İnan bana, üzgünüm, çok çok üzgünüm,” dedi ama alttan alta verdiği mesaj, “Sizin gibi delileri taksime aldığım için üzgünüm”dü. Oğlum da sonunda “Tamam, sorun yok o zaman,” dedi. Yani çok komik bir durum. Çocuğunuz olduğunda kendinize bir ayna tutuyor gibisiniz; çünkü ben o adama bağırırken durup bu hareketin hayatta neyi temsil ettiğini düşünmedim, yalnızca benim içindi bu. Çocuğunuz olduğundaysa orada her zaman bir ayna durduğunu fark ediyorsunız — ve ne yaparsanız yapın orada yansıyor.

AE: Edebiyat uyarlamalarının çoğu zaman metnin gölgesinde kaldığına dair kesin bir yargı var. Senaristi siz de olsanız Bilekkesenler’in yazarı olarak filmden memnun oldunuz mu, yine de merak ediyorum. Ya da soruyu biraz daha genişletelim; kırka yakın öykünüz bir şekilde kısa ya da uzun metraj filmlere kaynaklık etti…

EK: Daha fazla. Altmış kadar.

AE: Altmış… Yönetmenlik yaptınız. İki türde de iyi örnekler verdiniz. Edebiyat sinema ilişkisi ve genel olarak uyarlamalar hakkında düşünceleriniz?

“Bir baba olarak

kendimi oğlumla dünya

arasında bir tercüman

olarak görüyorum.”

EK: Bence bir uyarlama bağımsız bir sanat eseri olmalıdır. Eğer uyarlama romanla tamamen aynı işlevi görüyorsa, o zaman onu yapmanın bir manası yok, yalnızca tembeller için bir kitap sayılır. Bence bir uyarlama her zaman bir metin ile filmi yapacak olan belirli bir okur arasındaki ilişkidir. Ve bence yönetmenin sadık kalması gereken şey metnin kendisi değil, onu ilk okuduğu zaman hissettikleridir. İyi bir film uyarlaması örneği bence Conrad’ın Karanlığın Yüreği’ne dayanan Apocalypse Now. İlginç olan şey, filmde olan bitenle kitapta olan biteni kıyasladığında çok az benzerlik var. Çünkü kitap farklı bir çağda, farklı bir kıtada geçiyor, misyonerlerin geldiği ama savaşın olmadığı bir zamanda. Film de yine farklı bir zamanda, farklı bir yerde geçiyor ve anlattıkları gerçeklikler olgusal anlamda gerçekten bambaşka. Ama temelde medeniyetle doğa arasındaki bağlantı ve insanın karanlık yüzü var. Bence Coppola’yla yazarları kitabı okuyup, “Vay canına, bu tam da Vietnam’daki gibi,” dediler. Uyarlama kısacası kitabın kendisi değil, belli bir biyografisi olan insanların o kitabı okuması.

AE: Sonuç olarak Bilekkesenler’den memnun musunuz? İyi bir film miydi?

EK: Evet, bence iyi bir film. Demek istediğim, Goran’ın hayal ettiği öykü, benim hayal ettiğimden tamamen farklıydı ama benim nazarımda bu bir iltifat.

AE: Eşinizle birlikte yaptığınız birkaç kısa filmi izledim, biliyorum karar vermek için yeterli bir sayı değil ama iddialı olmasa da bir tespitim var. Öyküleriniz tüm özgünlüğüyle birlikte Amerikan edebiyatına yakın dururken filmleriniz daha bir Avrupai, en azından atmosfer olarak. Siz ne dersiniz? Sonuçta şunu sormak istiyorum: Yönetmenlik yaparken ayrı biri, öykü yazarken ayrı biri olduğunuzu düşünüyor musunuz?

Denizanası

EK: Yönetmenlik her zaman bir grup çalışmasıdır, bu anlamda da kendi görüşünüz değil, sizin ve birlikte çalıştığınız insanların görüşlerinin buluşma noktasıdır. Filmlerde bile içgüdülerim Avrupai’den ziyade Amerikan’dır. Ama Denizanası filminde çalışırken, karımın senaryosu olduğu ve tamamen Avrupai bir mantığı olduğu için hikâyeye sadık kalmak adına farklı bir yol izlemem gerektiğini biliyordum. Ama filmlerle ilgili en sevdiğim şey bu: Yazmak hayatımdaki en içgüdüsel ve güçlü tutku olmasına rağmen, bazen çok yalnız hissettiriyor. Film yapmak ara sıra yetenekli, akıllı olan başka insanlarla fikirlerimi ve hayallerimi paylaşmamı sağlıyor.

AE: Bizden önceki röportaj yapanlara öykü anlatmadığınızı duyduk. Biz de çantamızla hazırlıklı geldik, bize bir öykü anlatın. Biz kararlıyız. (Bu bayat espriyi Keret’in son kitabındaki bir öyküye atıfla yapmıştım. Öyküde özetle Keret’e silah zoruyla öykü anlattırmak isteyen karakterler vardı.)

EK: Ama size bir hikâye anlattım bile!

AE: Tamam, tamam. O öyküden çok etkilendim. “Kapı Birden Vuruldu” Türkiye’de yeni yayımlandı. O öyküyü de birkaç gün önce kitapçıda ayakta okudum. Aslında birkaç cümle okuyup bırakmayı düşünüyordum, olmadı.

EK: Bence özellikle yazarlar o öyküden çok etkileniyor.

AE: Son olarak yeni projeler var mı? Yeni bir öykü kitabı, bir roman, film?

EK: Genelde her alanda çalışıyorum ve tam olarak ne yaptığımı anlamam için biraz vakit geçmesi gerekiyor. Şu an biraz yazıyorum ama aynı zamanda karımla bir Fransız kanalına dizi teklifi sunuyoruz.

——

“Fransa’da bizim halaoğlu var; arayım yardımcı olsun size gittiğinizde,” diyecektim ama bunun yerine röportajı bitirmeye karar verdim. Almancı dayanışmasından haberdar değildir sonuçta. Zaten bize ayrılan sürenin de sonuna gelmiştik.

Kitaplarımızı imzaladı; daha doğrusu birer resim çizdi. Kitaplar iyiydi, Keret’ten imzalı kitap almak da ama resimler… Dayanamayıp öykü yazmaya devam etmesini söyledim. Resimlerde iş yoktu çünkü. Kişiye özel olmaları için kitapları hep böyle imzaladığını söyledi. Ben onun yalancısıyım. Söyledim filan derken, Berrak söyledi tabii. Yeri gelmişken Keret’le bana tercümanlık yapan işbu blog‘un sahiplerinden Berrak Göçer’e bu keyifli sohbeti ayarladığı (yayımladığı iyi kitaplar ve bu imkân için Siren Yayınları’na da ayrıca) ve tercümanlıktaki mahareti için ne kadar minnet duysam az. Esen kalın.

* Keret’in kurallarının Türkçesi için buraya, Facebook sayfası içinse buraya buyurabilirsiniz.

Aertugrul‘da öyküvarpolifonikmelodivarçıktıvarmarlborovarhamsivarhikâye varokulçantasıvartürkselvaraveavarkontürvardergivarinternetvar.

Website | + posts

Bir Cevap Yazın