Menderes’e yalvarmak (ya da Sanatın halleri)

Aralarında birçoklarına göre Türkçe şiirin en büyük isimlerinden olan Necip Fazıl’ın da olduğu bir grup yazarın örtülü ödenekten pay almak için Menderes yönetimine ve bizzat Menderes’e nasıl yalvardıklarını Habertürk’ün manşetleriyle öğrendik.

Elbette yazarların iktidardan maddi manevi fayda sağlamaları, iktidar yararına çalışmaları, hatta meslektaşlarını ispiyonlamaları yeni değildir; maalesef çok büyük bir sürpriz de olmamakta. Komünizm düşmanlığının en yoğun olduğu Soğuk Savaş yıllarında Amerika’dan Türkiye’ye bu savaşın dinamikleriyle şekillenen siyasi yapı içerisinde bu tür örneklere rastlanmaktadır. George Orwell ve CIA bağlantısı ünlüdür ama Malraux‘un, Eliot‘ın, hatta müzisyenlerden Stravinski‘nin CIA’in ödeneklerinden faydalandıklarını biliyor muydunuz?

Dolayısıyla aşağıda Habertürk’ten alıntılayacağımız ve bizce verilen alıntılardan en çarpıcısı olan paragrafı okurken, bunu sadece Necip Fazıl Kısakürek’in bir kişisel acizliği ya da iktidar zayıflığı okumak bizce yanlış olur. Elbette Necip Fazıl’ın bu üslubunda ona özgü bir şeyler var. Elbette Menderes’in yönetim tarzında da bu memlekete özgü tonlar mevcut. Necip Fazıl’ın şeker hastalığından yakınması ve artık sağlayacağı siyasi menfaatten değil de yaratacağı acındırma duygusundan medet umması insanı başka türlü etkiliyor. Fakat işte bu DP zihniyetindeki iktidarların ve bu iktidarlara imkân veren, bir yerde onları yaratan uluslararası siyasi yapının ve tali ve tali olmayan özelliklerinin bu memleketi aşan bir kısmı var. Yoksa sanatçıların tam tersi bir kampta; iktidara, işgalcilere, muhafazakârlara ve ırkçılara direnen kampta olabildiğini de İspanya İçsavaşı’ndan, II. Dünya Savaşı’ndan, nice sömürgecilik karşıtı mücadeleden ve kendi sol tarihimizin sayfalarından biliyoruz.

Aşağıdaki paragraf çarpıcı, zira Kısakürek para karşılığında verecekleri hizmeti tam olarak anlatıyor.

Reklam ve sair ihtiyaçlarım için 10 bin lira lütfedilirse… Ayda 6 bin lire tahsis olunursa… Akis, Kim, Form gibi mecmuacıklarla bütün muhalefet matbuatını saf fikirle çürütücü, muazzam bir içtimai ve edebi, ideoloji, bina edici kaalara ve yüreklere nüfuz edici bir mecmua kuracağıma emin olunabilir. Bu da olmazsa tam altı aydır bir tek yardım görmeyen beni vazife günüme kadar her ay muayyen ve mukarrer bir mikyas altında kurmaktan ve göz yaşları içende yalnız ibadet ve mücerret eserler kaleme almaya terk etmekten başka iş kalmaz.

Bir kere konunun evrenselliğini ve yapısal kısmını tespit ettikten sonra, sorulacak daha özel bir soru var: Bazılarımız, severek okuduğu bu yazarları bu tür bilgilerin açığa çıkmasından sonra nereye koyacaklar? Aslında seçenekler gayet sınırlı denebilir. Bir pozisyon sanatı yalvarmalarından bağımsızdır pozisyonu. Fakat bilim ve siyaset arasındaki ilişki bile artık yadsınamaz derecede ortadayken sanat ve siyaset arasındaki ilişkiyi “bağımsız” kelimesiyle tarif etmek çok sorunlu.

İkinci pozisyon bu ikisi bağımsız değildir, bu şairin siyaseti şiirini etkilemiştir ama ben çıkan sonucu beğeniyorum, ben gerisiyle ilgilenmiyorum, demektir. Bu da ben siyasetle ilgilenmiyorum pozisyonuyla aşağı yukarı denktir, aynı minvalde eleştirilebilir. Üçüncü bir pozisyon, ben bu şairi severdim/sevmezdim ama artık fark etmez, bu yaptıklarını öğrendikten sonra ben bunu okumam, demektir.

Sevillaportakalı‘nın fikri üçüncü pozisyonu seçmece uygulamak, bazı yazarlara bu yüzden başlamamak, bazılarını artık okumamak, ama bazılarını sineye çekerek, vicdan azapları içinde okumaya devam etmektir. Pozisyonumuz ne olursa olsun, bunları bilme hakkımızı, iktidarların neleri, ne tür ideolojik araçları kullanarak bize müdahale ettiğini öğrenme hakkımızı sonuna kadar korumalıyız. Daha fazlasını talep etmeliyiz, daha fazla arşivi açtırmalıyız. Menderes döneminin örtülü ödeneklerini nasıl kullandıklarını Peyami Safa’nın sesinden dinlemek, dinlerken konu üzerine bir defa daha düşünmek isterseniz, şuradaki videoya bir bakın. Bu esnada aynı zamanda tek parti iktidarının baskıcı rejimine karşı özgürlük vaad eden Türkiye sağının özgürlük anlayışını, günümüzün sansürleri ve kitap yasakları etrafında düşünebilir ve nereden nereye gelemediğimizi de acıyla görebiliriz.

Website | + posts

Menderes’e yalvarmak (ya da Sanatın halleri)” üzerine 5 yorum

  1. Siyasi “eylemleri” nedeniyle yazarı okumayacağım, okumamaya çalışacağım demek bence sorunlu bir karar. İmkânsızlığa varan zorluğu bir yana, sınırlarını nasıl, neye göre çizeceğiz sorusu var: Faşist bir partiye üye olmak yeterince suçlayıcı mıdır örneğin? Yoksa o partiyle bir çıkar alışverişine girmek mi gerekir?

    Ayrıca ucunda siyasi eylemleri değil, görüşleri nedeniyle de sanatçıları ayırmak ve dışlamak var; bu da büyük bir tehlike. Elbette bize yansıyan görüşmeler, yazılar itibariyle itici bulduğumuz, elimi sürmem dediğimiz yazarlar olabilir ama bu, “tüm sağdaki / soldaki yazarları dışlayacağım”dan ziyade daha kişisel bir tercih olmalıdır. Dostoyevski’yi inançlı bir Hıristiyan olduğu için okumamak bir okurun yapabileceği en büyük yanlıştır herhalde.

    Neticede zaten sen de seçmece bir uygulamadan söz ediyorsun sevgili Sevillaportakalı ama ben o kadar peşin bir hüküm bile veremiyorum. Bu yılki okuma listemde Peyami Safa büyük bir yer kaplıyordu mesela ve bu haber ışığında yerini oynatmayacağım. Yahut Celiné’in hayatlarının sonlarına doğru faşist olduğunu öğrenmem Gecenin Sonuna Yolculuk‘tan vazgeçirmeyecek beni…

    Yazarın şahsının sanatından ayrı olup olmadığı, Metin Kaçan’ın intiharıyla alevlenen tartışmalar bağlamında da ilginç bir konu aslında.

  2. Yazarın kalemini para karşılığı satması/kiralaması, başkası için yazması, artık ne isim verilirse o ne kötüdür. Üstelik para sadece çıkarlardan biri sadece. Bunun başka birçok yolu yönetmi mevcut. Bilmiyorum, hoşlanmıyorum ben. Şöyle anlatayım, yakın bir anı diyelim; Ege Üniversitesi’nde “Kültür ve Edebiyatta Cinsiyet, Cinsellik, Şiddet” isimli sempozyum vardı. Efendim oraya iştirak etmişliğim oldu. Şans eseridir ki, Halide Edip konulu bir oturumdu. Genel olarak Cumhuriyet Dönemi yazarlarına pek sıcak bakamasam da, dinlemeye karar verdim. Neyse, üç konuşmacı dönemin cinsiyet odaklı bir incelemesi yapıldı falan filan derken soru kısmında bir soru sordum. (Dinleyicilerin büyük kısmının kendimden daha çok yaşamış ve bilgili kişiler olduğunu belirteyim.) Şöyle dedim; Orhan Veli, Hoşgör Köftecisi’nin, öykülerinin sonunda Halide Edip için iş çıkmaz gibisinden bir şey söylüyor. Ben Halide Edip okumadım. Okumayı da pek istemiyorum. Soğuk bakıyorum ama okurum sanırım vakti gelince. Bilmiyorum. Dönem yazarlarına pek sıcak bakamıyorum. Der demez ki önce bir şaşırdı herkes,, Orhan Veli’nin öykülerini sordular önce, Orhan Kemal falan olmasın dediler. Yok dedim, değil. Neyse, inandırmayı başardıktan sonra, açıkçası bana sinirlenenlerin olduğunu düşünüyorum, epeyce yaşlı bir kadın dinleyici, bana Mor Salkımlı evden falan söz etti. Anıları okunmalı, incelenmeli dedi dönemin toplumu bilinmek istenirse. Arada da ayrıca “kahramanlığını” vurguladı. Kahramanlığı dedim, beni ilgilendirmez. Anlamış olacak ki bir iki bir şey söyledikten sonra uzatmadı kendisi de.

    Uzun yazdım, affedin ama şunu sormak istiyorum: Şu an üniversitelerde dahi okutulan edebiyat siyasi, ideolojik görüşlerden bağımsız mı? En azından okuyucuya, öğrenciye bağımsız düşünme öğretiliyor mu?
    Hayır, nesil değişmedikçe de bu olmayacak sanırım. Ama yeni neslin de zeminsizliği ayrı bir tartışma konusu tabii.

  3. iki nokta. birincisi edebiyatçı/sanatçı zümresinin sterilliğine ihtiyaç duymak; ikincisi doğuda sanatçı/gazeteci.
    ikincisinden başlayayım: arapça’nın en büyük şairi el mütenebbi’den (9. yy.) iran’ın milli şairi firdevsi’ye, fuzuli’den yahya kemal’e kadar ne kadar “sanatçı” varsa devlet adamının eteğinden ayrılmamış/ayrılamamış. batı’da bu yok. durum sadece doğulu sanatçıların hep puşt, hep ahlaksız, omurgasızlar arasından çıkmasında mı, yoksa doğuluların külliyen namussuz olmasından mı? ikisi de değil tabi, doğu’nun toplumsal yapısının, şusunun busunun sonuçları. bu sanatçıların her biri edebi/sanatsal anlamda olduğu kadar, sanat dışı hayatları bakımından da bir geleneğin parçası, devlete eklemlenme geleneğinin. onları suçluyor da değilim. ortada bir suç var ama bu bütün bir kültürel kodlara kadar sinmiş yapıdan kaynaklanıyor, onu diyorum.
    diğeri, gazeteci damarı, geleneği… türk matbuat tarihi çirkinliklerle, bayağılıklarla dolu. hele ilk gazeteciler için mesleki etik o kadar uzak bir nokta ki, ittihat terakki’ye can düşmanı olan adamın ittihat terakki ile mektuplaşmalarını okuyunca bu can düşmanlığının bir “fiyatta anlaşamama” durumu olduğu görülüyor. basın damarının bu durumu biraz daha rafine edilmiş haliyle bugün de aynen sürmekte.
    necip fazıl da bu iki akımın öpüştüğü noktada işte, edebiyat ve basın. cumhuriyet dönemi içinde ahmet haşim dışında herhale yavşakça devlete yaslanmayanı yok gibidir. tanpınar’ın kutsi’ye mektupları falan…
    diğer nokta, şu sanatçı’da steril bir şey, çağdaşları içinde son derece temiz kalabilme vasfını aramaktaki fetişizm… birincisi siyasi/ideolojik herhangi bir rotası olan hiçbir sanatçının çok da temiz kalabileceğini düşünmüyorum. o çamurdan illaki paçalarına bulaşır. yaz yaz sıkıldım, şunu diyorum: varolan ahlaksızlıkları olumsuzlamak iyi… ama bu diğer bir yanlışa götürmemeli, steril bir sanatçı prototipi arayışına. ki bence o aradığınız “steril sanatçı” en az diğerleri kadar ahlaksız, hatta belki daha da ahlaksız, çünkü steril kalmanın maliyeti bütün bir dünyaya, o dünaydaki cinayetlere de kulaklarını kapamakla ödeniyor.
    son olarak, bir yazarın ahlaksızlığından, şusundan, busundan, eserinin dışındaki herhangi bir şeyden dolayı okunmaması gerektiğini söylemek özünde sansürcü zihniyetten hiç farklı değil. eğer bunu yaparsanız aranızda hiçbir fark kalmaz. çünkü zihniyet aynı, tek fark, onların bunu yapmaya iktidarı var, sizin yok, onların kriterleri mavi, sizinki lacivert olur.

    • sanatçının devlet adamlarının himayesinde, eteğinde olma durumu doğuya özgü bir şey değil, batıda da bu vardı. hatta sanat tarihine biraz göz atılacak olursa sanatın din eksenli geliştiği çok da rahat görülür. kilise himayesi, kiliseden din adamlarından gelen yardımlar, lordların beylerin sanatçıları koruması batının gelenekleri arasında neredeyse. bu işin doğu ya da batıyla bir alakası yok bilakis insanın olduğu her yerde bu böyle. kimse ak ya da kimse kara değil bu durumda. herkes kara.

      • aslında doğu’da sanatçı hep hükümdarın güdümünde oldu derken kastettiğim batıdakilerin bu konuda daha dik duruş sergiledikleri değildi, iki gelenek arasındaki yapısal farklardı. elbette batı’da devlet dışında kilise gibi zamanında daha büyük iktidar merkezleri vardı ve sanatçı da çoğu durumda kilisenin himayesinde ya da tahakkümündeydi. ama batı’da devletten kurtulma imkanı vardı, mesela milton paradise lost’u yazdığında yayımcısından baskı başına bugünün parasıyla 8.700 sterlin alıyordu ve kitabın ilk baskısı 18 ayda tükendi. ama doğuda sanatçının böyle alternatif bir geçim imkanı yoktu.

Bir Cevap Yazın