Direniş şarkıları – 1. Bölüm

Artık bilmiyor olamazsınız.
Belki ilk günler, ikaz edilmiş basın kartellerinin söz birliği edip gizlemesi yüzünden duymamışsınızdır. Ama artık onlar bile sırt çeviremiyorlar olanlara: ülke tarihi günler geçiriyor.

Herkesin, en azından “mesaj alabilen” herkesin paradigmaları değişiyor. Hep siyasetten uzak oldukları zannedilen gençlerin önderliğinde, yüzlerde gülümseme, yüreklerde umut yeşerten şeyler oluyor Türkiye’de. Bütün bunların fitili, ağaçların kurban edilmesine vicdanları elvermeyen birkaç kişinin direnmeye başlamasıyla ateşlendi.

Ve direnişin,
hele de gecenin 3’ünde tencere tavalarla sokaklara dökülecek kadar kendiliğinden,
tonlarca gaz bombasına direnecek kadar inatçı,
gazdan daha çok gözyaşartacak kadar şakacı,
ölçüyü kaçırıp şiddet sergileyenleri yalnız bırakacak kadar barışçı,
eylem yapılan bölgede çöpleri temizleyecek kadar zarif olması halinde, tüm bir dünyayı değiştirebildiği görüldü.

Tarih, direnerek kaderlerini, dünyayı, geleceklerini değiştirenlerle dolu. Her birinden öğrenecek çok şey var. Ama dinleyecek de çok şey var. Pek çok büyük direniş ve mücadele, karakterine, ruhuna katkı veren şarkı ve marşları da beraberinde taşır. Tüm insanlık tarihinin belki de en iyi bilinen devrimlerinden, 1789 Fransız Devrimi de sembol bir şarkıya sahiptir: “Ça Ira” (Her şey güzel olacak).

“Ça Ira”, aslında bir tiyatro müzisyeni tarafından bestelenmiş, o yılların güncel ve sevilen bir bestesiydi. Giyotinin ucunda hayatını kaybedecek kraliçe Marie Antoinette‘in de parçayı çok sevdiği rivayet edilir. Fransız Devrimi’nin hemen sonrasında düzenlenen şenliklerde, vatansever ve umut dolu sözleriyle devrimcilerin gayrı resmi marşı haline gelmişti. Bağımsız Birleşik Amerika’nın kurucularından Benjamin Franklin’in, bozuk Fransızcasıyla sarfettiği bir cümleden adını alan “Ça Ira”, Roger Waters tarafından, yaklaşık 20 yıllık bir çalışmadan sonra üç perdelik bir opera olarak günümüze taşınmıştı.

Avrupa’da Fransız Devrimi gerçekleşmeden ve “Ça Ira” ortaya çıkmadan bir süre önce, 1773 yılında Boston Limanı’nda da tarihi bir gün yaşanmıştı. İngiltere ve Kuzey Amerika’daki 13 eyalet arasındaki gerilim, uzun zamandır devam ediyordu. İngiltere Kralı III. George ve onu destekleyen parlemento, Yedi Yıl Savaşı‘nın bedelini yeni dünya kolonistlerinden alacağı vergilerle ödemeye karar vermiş ve deri, kâğıt ve çay gibi ürünlere yüksek gümrük vergileri koymuştu.

Çatışmalar ve gerilim sonunda 16 Aralık 1773 akşamı “Boston Çay Partisi” adıyla anılan olaya varmıştı. Mohawk yerlileri gibi kılık değiştirmiş protestocular, İngiltere’den gelen yaklaşık 45 ton çay yüklü üç geminin ambarlarını, kıyıdakilerin sevinç gösterileri arasında denize boşaltmışlardı. Tıpkı bizim etrafı temizleyen nazik eylemcilerimiz gibi de, kırdıkları kapı kilitler sebebiyle liman çalışanlarından da özür dilemeyi ihmal etmemişlerdi.

“Revolutionary Tea” (Devrimci Çay), tam da bu olayı anlatmak ve anmak üzere yazılmıştı. Şarkının sözlerinde, “adada yaşayan zengin ve yaşlı bir kraliçe” sözleriyle İngiltere’den ve ona diklenen kızından, yani Kuzey Amerika göçmenlerinden bahsediyordu. Parça, Boston Çay Partisi vakasından hemen sonra ortaya çıkmıştı ve ne sözlerini yazan ne de bestekarı tespit edilebilmişti.

III. George, çay partisinden nasibini almış olabilir ama Rus Çarı II. Alexandr bu durumdan haberdar olmamış olsa gerek. 1861’de Avrupalı rakip devletlerle mücadele gücü kazanabilmek ve halkın devlete sadakatini artırmak için bir toprak reformuna gitmişti ve toprak sahiplerine bağlı yaşayan köylülerin (kölelerinin demek daha doğru olur aslında) bedelini ödemek kaydıyla kendi arazilerine sahip olmasına izin vermişti. Ancak toprak işçileri, büyük toprak sahiplerine, asla ödeyemeyecekleri büyük paraları ifa etmek ve yaşamalarına bile yetmeyecek arazilerle yetinmek zorunda kalmışlardı.

“Çar Baba”dan bekledikleri ilgiyi ve özgürlüğü alamayan işçiler, silahlanıp ayaklanma yolunu seçmişler ve ülkenin pek çok yerinde iki yıldan uzun sürecek bir isyana girişmişlerdi. V. Bogdanov tarafından bestelenmiş “Dubinushka” (Küçük Sopa) bu isyanın sembolü olmuş bir parçaydı. Haksızlık ve adaletsizliğe karşı ortak gücün nelere kadir olduğunu, insanların güçlerini birleştirmesi durumunda, meşe ağacından yapılmış sağlam bir sopa gibi, en büyük engelleri bile yıkıp geçeceğini anlatıyordu.

Amerika tarihi çok sayıda direnişe ve mücadeleye sahnedir ve bunların hepsi de yeni dünyaya sonradan hakim olan beyazlara ait değildir. Eski dünyada, Rusya’da, Dubinushka nidaları yükseldikten aşağı yukarı çeyrek yüzyıl sonra, yeni kıtada bir dans, Amerikan yerlilerine umut oldu. 1889 yılının ilk günü, Wovoka adlı bir şaman, güneş tutulması sırasında bir sanrı gördüğü haberini müjdeledi. Sanrısında İsa peygamber, bir yerli olarak kendisine görünmüştü ve kendisine tüm Amerikan yerlilerini örgütlemesini ve “hayalet dansı” adı verilen bir dans sayesinde kötülüklerin yeryüzünden silineceğini, aşırı avlanma yüzünden soyu tükenmeye yüz tutan bufaloların ve diğer hayvanların ruhlarının geri döneceğini söylemişti. Kulaktan kulağa yayılan söylenti, Lakota kabilesine ulaştığında, hayalet dansı için özel yapılmış kıyafetlerin giyilmesi durumunda, dans edenlere kurşunun işlemeyeceği şeklini almıştı. Tükenmenin eşiğinde, köşeye kıstırılmış ve kıtlık içinde yaşayan yerliler arasında hayalet dansı büyük bir umut olmuştu. Ancak beyazlar bu durumdan hiç de hoşnut değildi. Büyük şef Oturan Boğa’nın tutuklanmak isterken öldürülmesiyle başlayan olaylar 29 Aralık 1890’da tarihin en acımasız, kanlı ve göz yaşartıcı katliamlarından Wounded Knee (Yaralı Diz) olayla sonlanmıştı.

Website | + posts

Direniş şarkıları – 1. Bölüm” üzerine 2 yorum

Bir Cevap Yazın