2013’ten Kalanlar // Müzik

2013, direnişin, skandalların, kısacası genel olarak siyasi gündemin kültür-sanat gelişmelerinden daha ağır bastığı bir yıl oldu. Biz de Koltukname olarak ne yazık ki sizlerden istemediğimiz kadar uzak kaldık. Yine de sanat candır, diyerek, bu heyecan dolu yılı geride bırakırken siz sevgili okurlarımıza 2013’te haşır neşir olduğumuz albümler, filmler ve kitaplardan bir demet sunmak istedik. SevillaportakalıOptimusminimus ve Koltukname olarak naçizane listemize müzikle başlıyoruz. İşte 2013′te bizi heyecanlandıran albümler. (Diğer yılların listelerine buradan ulaşabilirsiniz.)

“Gözlerimiz yollarda kalmıştı” dedirten albüm: Push the Sky Away / Nick Cave and the Bad Seeds

Önce şu bilinsin, sitemlerimizi kendisine iletmek farz oldu. Gözlerimiz yollardaydı. 2004’teki Abattoir Blues/The Lyre of Orpheus sonrası yine ironi dolu Dig Lazarus, Dig!!!‘den sonra, Grinderman, Jesse James gibiler yandan kaynak yapınca, beş yıl beklemek zorunda kaldık.

Ortada yeni bir Bad Seeds albümü var ve hava daha az karmaşık, daha dingin. Çetenin has elemanı Warren Ellis’ten zaman zaman gördüğümüz çılgınlıklarına rastlamak olası değil. Bu haliyle The Lyre of Orpheus‘tan çok The Boatman’s Call‘a daha yakın. Ama elbette yine karanlık, yine özgün ve yine davetkâr. Cave birşeyler ürettiğinde, ona kayıtsız kalmak imkânsız.

En vazgeçilmez: Between Dog and Wolf / New Model Army

New Model Army, gönül bağımız olan gruplardan. Ama bunu da boşuna elde etmiş değiller. Punk ruhunu yaşatan az sayıda gurup kaldı zaten, bu yüzden onlardan ilgiyi eksik etmemek gerek. Between Dog and Wolf yine tipik sayılabilecek bir NMA albümü. Tanıdık sound, bildik vokaller, güzel davullar. Bu albümden bir hit, büyük bir single çıkması söz konusu değil; zaten NMA de bunun derdinde değil. Bunu bekleyenler Emre Aydın ya da ne bileyim, Hadisa albümünü tercih edebilirler, oralara zaten hiç girmiyoruz.

Albümü beğenmek ya da beğenmemek olası. Ama New Model Army’den vazgeçmek mümkün değil. Bu ses hep genç ya da bize gençliklerimizi hatırlatıyor. Tıpkı hep gönüllerin şampiyonu Pearl Jam (Lightning Bolt‘u listeye almasak da sürekli dinliyoruz) gibi. Yani her halukârda ölümüne New Model Army.

90’lara dönüş: The Messenger / Johnny Marr

Gönüllerin sultanı Morrissey’yle kanlı bıçaklı olmasa bizleri daha da mutlu edecek olan Johnny Marr, sessiz sedasız (gariptir) ilk albümünü yayınladı. Jools Holland olmasa epey geç farkedecektik bu güzide kasacı albümü.

Sound‘un biraz eski moda olduğunu kabul etmek gerekiyor. 90’lara geri gitmek gibi bir parça. Ama buna kim itiraz edebilir? 90’larda ilk gençliğini yaşayan ve hasbelkader mutlu olup 2000’lerde iş hayatına, evliliğe, ekonomik kriz ve topyekün mutsuzluğa mahkûm olanların 90’lara geri dönme fırsatını tepmesi olası değil.

The Smiths sevenlerin bu albümü sevme ihtimalini hesaplamak aritmetik olarak imkânsız. The Messenger‘da “The Right Thing Right” ve “New Town Velocity” gibi çok sıkı parçalar var ki, herkesin dikkatini zaten çekecektir. Ama siz Johnny Marr kim, diye soruyorsanız, filmi iyice başa sarıp 90’ları da pas geçin ve önce The Smiths’le işe başlayın, böylesi herkes için daha iyi olacaktır. Hem belki hayatınız değişir, sabah işe gitmekten vazgeçersiniz filan.

Ümit vaat etmeyi sürdüren: Freedom / Rebecca Ferguson

Ne varsa bu İngilizlerde var, diyenlerdenseniz, itiraz edecek değiliz. Tıkanan anaakım müziğe yeni bir yol açma işini hep onlar üstleniyor ve neredeyse pop kültürünün doğuşundan beri de kolayca altından kalkıyorlar. Beatles, Pink Floyd, The Who, Genesis’i yetiştiren bu topraklar, yeni mahsüller vermeye devam ediyor.

Kart sesleriyle sarkaç gibi salınarak Ahmet Kaya türküleri çığıran bizim “pop star”vari yıldızlarımız gibi, Rebecca Ferguson da bir yarışmadan müzik piyasasına transfer olmuş. Oysa o bir kaybeden. Yarışmada 2. olsa da, sıradışı sesi, kendi şarkılarını yazıp bestelemesi hemen dikkat çekmiş. İlk albümü Heaven, ki eşsiz “Glitter & Gold”u da içermekteydi, 2011’de çıkmıştı. Yeni albümünü de 2013 sonunda dinleyebildik.

Bu yeteneli genç hanımın yelpazesi oldukça geniş. R&B’den pop rock’a uzanan, yer yer Amerikan etkisi hissedilen bir ikinci albüm. Rebecca belli ki gelişimine devam ediyor ve sadece bir şarkıcı değil, aynı zamanda bir müzisyen de. Paloma Faith sonrası adadan çıkıp dikkatimizi bu kadar celbeden ikinci kadın Rebecca.

Yeni bir yıldızın ikinci albümü: Victim of Love / Charles Bradley

Charles Bradley’yi henüz keşfetmediyseniz suç sizde değil. Çünkü ilk albümünü 63 yaşında yapabilmiş, Amerikan imparatorluğunun kaybedenlerinden biri Bradley. Yıllarını sokaklarda, metro istasyonlarında geçirmiş. Karın tokluğuna ayak işlerinde çalışmış, babasını hiç bilmemiş, annesinden çocukken ayrılmış. Şehirden şehre göçüp sefalet içinde yaşarken, bir yandan şarkılar da söylemiş ama müzik ona 90’lara kadar para kazandırmamış. Şimdi, iki yıl aradan sonra ikinci albümüyle karşımızda.

Onu gördüğünüzde James Brown’u hatırlamanız çok doğal. Onun mimiklerini bile taklit ettiğini bizzat Bradley itiraf ediyor. Ama Brown ne kadar eğlenceli, ne kadar enerji doluysa, Bradley o kadar hüzün ve duygu dolu. Bu sıradışı sesi duyduğunuzda yüreğinizin titrememesi çok zor. Bradley bir soul yıldızı, Brown gibi bir “sex machine” değil. O sahneden kendini tutamayıp, tıpkı aşağıdaki videonun sonunda olduğu gibi dinleyicilerine göz yaşları içinde sarılmak isteyen, basit ama yüklü bir duygu insanı. Mesajları açık, soruları basit. Bu hüzünlü sesi dinlemekten mutsuz olmayacaksınız, garanti veriyoruz.

Son olarak, kendisini geçtiğimiz ekimde Babylon’da konuk ettiğimizi hatırlatalım.

Website | + posts

2013’ten Kalanlar // Müzik” üzerine bir yorum

Bir Cevap Yazın