Bir yanda varoluşçuluğun babası, diğer yanda ikinci dalga feminizmin annesi. Ortada, edebiyat tarihinin en meşhur aşklarından biri… Gerçekten de edebiyat dünyasının en meşhur ilişkilerinden biridir Jean-Paul Sartre’la Simone de Beauvoir’ınki. Belki de en sansasyonelidir. Hiç evlenmeyen, hatta hiç beraber yaşamayan ikili, dönemin toplumsal ve kültürel değer yargılarına uyum sağlama ihtiyacı hissetmemiştir. Aşağıda, Sartre’ın de “Castor” olarak hitap ettiği de Beauvoir’a yazdığı mektupta, hem aşklarından hem de günlük hayatlarından bir kesit bulabilirsiniz.
Sartre’ın eserleri Can ve İthaki Yayınları’nca basılmakta. De Beauvoir’ın eserlerinin İmge’den ve Payel Yayınevi’nden çıkan eski baskıları bulunsa da, yazarın en meşhur eseri, İkinci Cinsiyet, ancak Kadın başlığı altında, üç kitaba ayrılmış bir halde sahaflarda bulunabiliyor. Bunların ötesinde, ikilinin aşklarının bir biyografisi için, Claudine Monteil’in Özgürlük Âşıkları‘na, Sartre’ın bir biyografisi için Denis Bertholet’in aynı adlı kitabına, De Beauvoir’ın bir biyografisi için sahaflarda bulabilirseniz Özgürlüğü Yazmak‘a, Sartre’ın tiyatro metinleriyle ilgili bir çalışma için de Ahmet Bozkurt’un Varlık Tutulması‘na göz atabilirsiniz. (Des Lettres aracılığıyla.)
6 Kasım [1939]
Benim tatlı Castor’um,
Dün akşam o küçük varlığı karanlığın içinde tek başına bırakmak öylesine hüzün vericiydi ki! Bir an için geri dönmek geçti aklımdan ama sonra düşündüm: “Ne işe yarayacak? Beş dakika daha kalacağım ve sonra ayrılmak daha da zor olacak.” Okula kadar hızla yürüdüm. O sevgili küçük varlığın orada, benden beş yüz metre uzakta olduğunun farkındaydım hâlâ; dolayısıyla uzun süre okuyamadım. Fakat biliyorsunuz, aslında oldukça mutluyum. Bu beş günün beni sarstığını, derinden sarstığını ve sonra ayaklarımın tekrar yere basmaya başladığını anlıyorsunuzdur. Fakat bana kazandırdıkları muhteşemdi. Aslında tek bir şey diyebilirim, tek bir şey ama her şeye değecek bir şey, yalnızca sizin varlığınız, üstelik çırılçıplak haliniz, o tatlı yüz ifadeleriniz, şefkatli gülümsemeleriniz, boynumu saran incecik kollarınız. Aşkım çok gerçek. Hep derler ya, sizinle nerede olsa yaşayabilirim. Her şey bir yana biraz endişeliydim, tabii ki kendimden dolayı değil. Sonrasında sizin için her şey yolunda giderse, ne olacağını soruyordum kendime. O karanlık ve soğuk treni hayal ediyordum.
Öğrenciler oradaydı, sinir bozucu ama yardımcıydılar. Pieter dağınık bir halde, sözcükleri ağzında geveleyerek, gizli saklı (o sırada zaten benimle yalnızdı) bir biçimde sizin gidip gitmediğinizi sordu. Defterime bir şeyler karaladım, sonra yattık. Madam Vogel taşımıştı eşyalarımızı. Biraz Bel Eute’ünkine benzeyen ama daha canlı renklerde tıkış tıkış bir salondayız artık. Oldukça eğreti yerleştirilmiş görünen bir yatak yaydılar bize burada. Paul, uykusunda dönüp de, salonun dolup taştığı büyük vazoları, deniz kabuklarını, şekerlikleri ya da bibloları kırmaktan korkuyordu. Fakat çok sakindi. Bu sabah Pieter’la birlikte hidrojen tüpleri almaya gitti, böylece ben de gün boyu yalnız kaldım. Rose’daydım. Saat yediye çeyrek kala olduğunda, koca ihtiyar dalga geçerek, “Ha ha ha! Yalnızsınız!” dedi bana. Un rude hiver’i okudum, gelişimi de sonu da beni hayal kırıklığına uğrattı. Zaten bir kitap olmasına yetecek bir şey yok içinde. Daha kısa kesilmeliydi sanırım. İçim tamamen şefkatle doluydu ama kendimi bu duyguya bırakıp gitmek istemiyordum, acı verici olacaktı. Yine de sizi ne kadar derinden bir duyguyla sevdiğimi ve benim için ne olduğunuzu hissedip hissetmediğinizi soruyordum kendime.
Ey benim tatlı Castor’um, benim aşkımı da kendinizinkini hissettiğiniz kadar güçlü hissetmenizi isterdim. Geri döndüm ve sabah boyunca küçük not defterime bir şeyler karaladım durdum. Fakat söylenenler üzerine değil; aslında öylesine basit ki: Öylesine yoğun ve huzurlu bir mutluluk yaşıyorum ki, artık pişmanlıklar istemiyorum. İste söylenecek tek şey bu. Gün boyunca durumuma yeni bir gözle bakabilecek durumda olduğumu ama o gözü itinayla kapattığımı hissettim. Şimdi de kapalı kalmaktan dolayı, köstebek gözü gibi yeteneğini yitirdi. Yazmadıklarım bunlar işte. Saat dokuz ile on bir arası (Keller’la bir yoklamadan sonra) ergenliğimle ilgili düşünceleri içeren kâğıdın üzerine kapanmaya devam ettim ve on birden on ikiye kadar da biraz Cerf’le ilgilendim (zorlayıcı ama nazik soruların sorulduğu). Sonra öğle yemeği yedim (yas işareti olarak dana eti-tekesakalı da önerdiler ama yas meselesini oraya kadar taşımak istemedim ve kızarmış patates almayı başardım) ve Courcy’le birlikte Mistler geldi. Yoklama. Sonrasında yine şimdiye kadar kâğıtları doldurmaya devam ettim. Paul karısının Tréveray’a 7 kilometre uzaklıkta bir yerde öğretmenlik yaptığını ve çok yardımsever olduğunu söyledi. İşte. Tania’dan mektup yok – homurdanması gerekirdi, bu hikâyenin nasıl çözüleceğini merak ediyorum. Annemden hoş bir mektup geldi. Bu kadar, bayramın ertesi günü böyleydi. Sizden bir mektup gelsin isterdim.
Canım aşkım, küçük çiçeğim, bir bütünüz değil mi? Sizi o kadar seviyorum, o kadar ki, çok iyi hissediyorum. Küçücük bir büyü oldunuz ve gerçek mutluluğun ne olduğunu hatırlattınız bana. İki küçük yanağınızdan öpüyorum.
Fransızcadan çeviren: Birsel Uzma