Yoğun saatlerde toplu taşıma araçlarını kullanmanın çilesi başka hiçbir şeye benzemez. İstanbullular için en büyük kâbuslardan biri metrobüs. Ama kalabalık toplu taşıma araçlarının dünya rekoru Japonya, Tokyo’da bulunuyor. 82,5 kilometrelik Tokyo metro hattının günlük ortalama yolcu sayısı 3,64 milyon! Elbette milyonlarca insan ferah ferah oturarak yolculuk edemiyor. Michael Wolf, Tokyoluların toplu taşıma eziyetini fotoğraflamış. Bunları görmek iş çıkışı saatinde metrobüste, tramvayda, metroda, otobüste yaşananlarla ilgili insana kendini daha iyi mi hissettiriyor yoksa aynı acıyı tekrar mı yaşatıyor, takdiri size kalmış. (Huck Magazine aracılığıyla.)
ABD’de Charlottesville Virginia’da ırkçıların yarattığı korkunç olaylara aklıbaşında herkesin tepkisi büyük oldu. Independent‘in haberine göre, toprağı bol olsun, Johnny Cash’in ailesinin tepkisi ise bir kat daha fazla, zira kalabalık içinde bir Nazi sempatizanının Cash’in adını taşıyan bir tişört giydiği görüntülenmişti.
Nazi propogandası yapmak isteyenlerin Cash’in isminden istifade etmeleri olasılığı, ailenin tüylerini diken diken etmiş olsa gerek, çocukları Facebook sayfalarında, ailenin tamamı tarafından imzalanan bir açık mektup yayınlayarak buna tepki gösterdi.
Yayınladıkları açık mektupta babalarının “yüreği sevginin ve toplumsal adaletin ritmiyle atan bir adam” olduğunu belirten Cash ailesi, ayrıca Johnny Cash’in aldığı insan hakları alanındaki ödülleri, Kızılderililerin hakları için verdiği mücadeleyi, Vietnam Savaşı karşıtı protestolarını da hatırlattılar.
Kendini Neo-Nazi ilan eden birisiyle ailelerinin ilişkilendirilmesinden midelerinin bulandığını söyleyen Cash’in çocukları özetle şunları sıraladı:
Charlottesville’de olay çıkaranlar, toplumumuz için zehir niteliğindedir ve II. Dünya Savaşı’nda Nazi ideolojisiyle savaşmış her bir Amerikalıya hakaret etmektedir. Babamızın, ne karakter ne de sembol olarak sizinle bir alakası vardır, Cash adını yok edici nefret ideolojinizden uzak tutun.
Johnny Cash, 2003 yılında, 71 yaşında hayatını kaybetmiş, 45 yıllık kariyerinde 70 albüm yapıp 11 Grammy ödülü kazanmıştı.
Zengin Manchester tarlaları, 90’ların başında James, Stone Roses ve Happy Mondays gibilerinin hasatını yapmış, o hasatın tohumları da daha eğlenceli, biraz da vurdumduymaz Pulp, Blur, Oasis, Supergrass şahsiyetlerinde Britpop’a dönüşmüştü.
Ama Amerikan grunge’la paralel zamanlarda modern müzik dünyasında kuvvetli rüzgârlar estiren Britpop, milenyum yaklaşırken dünyanın ilgisini kaybetmeye başlamıştı. Coldplay, Radiohead, Travis yeni dalga İngiliz grupların başını çekmiş, Britpop akımının devamının gelmeyeceğini de kesinleştirmişti.
Britpop’un bu kadar kuvvetle benimsenmiş olmasına rağmen kolayca diğer türlere evrilmesi, hatta asimile olmasını açıklamak, biraz da müziğin dışındaki faktörlere göz atmayı gerektiriyor olabilir. NME, Britpop’un elden ayaktan düşmesine neyin neden olduğu konusunda on iki farklı teoriyi listelemiş.
Liste şöyle:
1. Tony Blair
1812’den beri seçilmiş en genç başbakan unvanını ele geçiren Blair’in Britpop sevgisi biliniyordu. Ancak ikinci Irak savaşında sivil halka yönelik işlenen cinayetlere siyasi katkısı, kamuoyunda bu akıma da sırt dönülmesine sebep oldu… Evet, bizce de saçma bir teori.
2. Radiohead
Britpop’un eğlence ve dans havalarına, karamsar ve karanlık OK Computer‘la 1997’de turp sıkan Radiohead, kısa sürede hoplayıp zıplayan indie barları tayfasını bir çırpıda gama, kedere boğmuştu. Britpop’u tepelemeye yeterli miydi, tartışmaya açık.
3. Knebworth festivali
Kasım 1996’da Britpop zirvesini yaptı. Oasis her gece 125.000 kişiye çaldı, 2.5 milyon kişi bilet talep etti. Her zirvenin bir çıkışı olduğu gibi, inişi de olacaktı elbet. Britpop bu zirveyi daha yukarı taşımayı başaramadı, yuvarlanıverdi.
4. Patsy Kensit
O zamanlar sevgilisi olan Liam Gallagher’la İngiltere bayrağı deseninde nevresimlerin üstünde yarı çıplak poz veren sosyetik güzel, Vanity Fair‘in Nisan 1997 sayısına kapak olmuştu. Kensit “Londra kıpırdanıyor! Tekrar!” sloganını da bu kapağa iliştirmişti. ’60’ların özgürlükçü, hedonist ve eğlenceli havasına yapılan bu gönderme, aristokratların lanetini Britpop’a yöneltmişti. Bir güzel kız nelere kadir Yarabbi!
5. Yeni akustik hareketi
Travis’in akustik gitarları konuşturduğu The Man Who albümü, iskemlelerine oturup uslu uslu parçalarını söyleyen müzisyenleri daha bir popüler hale getirmişti. Britpop gruplarının bu yeni trende ayak uydurmasıysa pek kolay olmadı, onlar ağustosböceği gibi eğlenmeye devam ettiler.
6. Delikanlı kültürü
İngilizce lad culture adı verilen altkültür –haddimiz olmadan böyle çevirdik– ’90’lar İngiltere’sinde entelektüellikten uzak, cinsiyetçi, vandal ve duyarsız genç orta sınıf erkekleri arasında epey yaygındı. Britpop gruplarının üyeleri de bundan muaf değildi. Toplum bunlardan illallah dediğinde, Britpop’un tabutuna bir çivi daha çakılmış oldu.
7. Ağır uyuşturucular
Eroin, kokain ve yeni nesil sert uyuşturucuların İngiltere gençliği arasında kolayca erişilebilir olması, genç müzisyenlerin parlak kariyerlerine pek de olumlu etki yaratmamıştı. Uyuşturucu dozunun artması üretkenliği ve işin eğlencesini alıp götürünce geriye enkaz kaldı. Enkazın altında da Britpop tabii.
8. Ego patlamaları
Birlikte iyi iş çıkartan ekip üyeleri, özgüvenleri tavan yapıp aralarında ego savaşlarına girince, bindikleri dalı kesmiş oldular. Gallagher’lar gibi babasının oğlunu tanımama noktasına varan işler, çöküşü hazırlamadı da ne yaptı?
9. Aşırı müzikal tutku
Britpop müzisyenleri arasında çok yetenekli ve yaratıcı olanlar bir süre sonra kuru eğlenceden, tekrar eden parçalardan sıkılıp yeni ufuklara yelken açmaya giriştiler. En üretkenleri değişmeye karar verince diğerlerinin güdük kalması da kaçınılmaz oldu.
10. Paraların suyunu çekmesi
Elinde gitarla otobüs bekleyen bir genci, birkaç hafta sonra büyük kontratlar imzalamış olarak dergi kapaklarında görmek olasıydı. Rüzgârı kaçırmak istemeyen yapım şirketleri paranın musluğunu hesapsızca açıp yatırımların geri dönmediğini fark ettikleri anda kapatmaları, Britpop’un can suyunu kesivermişti.
11. Prenses Diana
Halkın prensesinin 1997’de trajik bir trafik kazasında ölmesi, İngiliz toplumunun ruh halini fena halde etkilemiş ve nerdeyse tüm adayı depresyona sokmuştu. Kimsenin eğlenme ya da dans etme hevesi kalmamış, kendini kesecek şarkılarla ağıt yakma ve yas tutma istekleri belirmişti. Bu da eğlenceli Britpop’a iyi gelmemişti. Ölünün arkasından konuşulmaz ama doğrusu buna da pek aklımız yatmadı.
12. Eski defterlerin bir türlü kapanmaması
Aşılamayan çekişmeler, bir türlü görülemeyen hesaplar, Britpop üyelerinin bir türlü güçlerini toparlayamamasına yol açtı. Roger Waters ve David Gilmour gibi 60 yaşından sonra barışmaya karar vereceklerse, tren çoktan kalkmış olacak, Britpop’a rahmet okuyan bile kalmayacak, bizden söylemesi.
Tek kaşıyla gönüllerde taht kuran Frida Kahlo 20. yüzyılın nevi şahsına münhasır sanatçılarından. Gençken geçirdiği bir otobüs kazasından sonra korselere mahkûm kalması ve acılar içinde yatağa mıhlanması, Diego Rivera’yla karşılıklı sadakatsizliklerle dolu ilişkisi ve elbette rengârenk giysileri… Çalkantılı hayatı özellikle de popüler kültürde sanatının önüne geçebiliyor belki ama hepsi de sanatını besleyen ve Kahlo’yu Kahlo yapan özellikler.Devamı »
Disleksi (ya da kelime körlüğü), dünya çapında nüfusun yaklaşık %10’unu etkileyen bir öğrenme bozukluğu. Çoğunlukla çocuklukta ortaya çıkıyor ve zihin harfleri ters çevirdiği, yamuk gördüğü vs. için daha yavaş ve yanlış okumalara sebep oluyor. Zekâyla hiçbir ilgisi olmayan disleksi ne yazık ki çoğu zaman teşhis edilmediğinden tedavi görebilecek birçok çocuk yetişkin hayatlarında da okuma zorluğu yaşıyor.
Kendisi de disleksik olan Boer, fontuna buna bir çözüm olarak üretmiş. Dyslexie’de harflerin altları daha şişkin, böylece okurların zihninde tepe taklak olmuyorlar. Birbirine benzeyen harfler de, okurların ayrıştırmasını kolaylaştırmak amacıyla biraz italik. Ayrıca harflerle kelimeler arasındaki boşluk daha fazla, böylece birbirlerine girmeleri de engelleniyor. Dyslexie fontunu aşağıda görebilirsiniz. Disleksikler için daha farklı font seçenekleri de burada mevcut.Devamı »
Dijital sanatçılar, tarihçi Dr. Suzannah Lipscomb’la işbirliği içinde tarihî isimlerin 21. yüzyıla uygun portrelerini çizdi. Tarih kanalı Yesterday tarafından “Secret Life Of…” (Falancanın Gizli Hayatı) adlı programı için yapılan çalışmada, söz konusu isimlerin hem meslekleri hem sosyal konumları göz önünde bulunduruldu.
Elbette edebiyata meraklı insanlar olarak en çok Shakespeare’den hoşlandığımızı söylememiz gerek. Sizin yorumlarınızı da aşağıya bekliyoruz. (Telegraph aracılığıyla.)
AMİRAL LORD NELSON Amiral Lord Nelson, bugün donanmada olsaydı daha çok masa başında çalışacağı için biraz daha kilolu resmedildi. Savaşta kaybettiği sağ kolunun yerine protez takıldı.
Perulu yazar Mario Vargas Llosa, çağımızın en önemli yazarlarından sayılıyor. Ama Nobel Edebiyat Ödülü sahibiyle ilgili gelen son haberler edebiyatına değil, aşk hayatına dair. Zira 79 yaşındaki Llosa, 50 yıllık eşini “Manila’nın İncisi” Isabel Preysler için terk etmiş bulunuyor.
Şarkıcı Enrique Iglesias’ın annesi olan Preysler (64), İspanya’nın en meşhur femme fatale‘i, güzelliği ve evlilikleri dillerden düşmeyen bir paparazi yıldızı. Peru’daki bir televizyon kanalına göre, Llosa aynı zamanda kuzeni olan eşi Patricia’ya (70), “Benden bu kadar. Mutluluğun ne olduğunu şimdi anladım. Fazla vaktim kalmadı,” diyerek Preysler’le birlikte olmak için ayrıldı.
Acımasızlıklarıyla tanınan paparaziler şu an ikilinin ilişkisini destekliyor gibi. “Aşk hikâyeleri, hayallerin gerçek olabileceğini gösteriyor. İkinci şans diye bir şey vardır, acıdan sonra mutluluk gelir, hayat sizi her noktada şaşırtabilir,” diye yazıyor Hola! dergisi. “Acıdan sonra gelen mutluluk”, Preysler’in 26 yıl evli kaldığı üçüncü eşi Miguel Boyer’in iki yıl felçli yaşadıktan sonra, sekiz ay önce ölmesine atıfta bulunuyor.Devamı »
Washington Üniversitesi’nin Foster İşletme Fakültesi’nde yardımcı doçent olan Christopher Barnes, “en yaratıcı ve en odaklı çalışmalar için ideal aralıklar”ın sabahın erken saati ile akşamüzeri olduğunu söylüyor — bunlar enerjinizin ve odaklanma gücünüzün doruk noktasına ulaştığı zamanlar.
Harvard Business Review‘a konuşan Barnes, öğleden sonra hissettiğiniz bitkinlikle savaşmaya çalışmak yerine zihninizin uyuştuğu anlara dikkat etmenizi söylüyor. Bu sıralarda yaratıcı çalışmalardan kaçınmanızı, onun yerine e-postlara yanıt yazmak, listeler hazırlamak gibi daha angarya işlerle ilgilenmenizi öneriyor.
Barnes’ın öğüdü sadece işte değil, genel hayatta da geçerli aslında: Bedeninizin (ve zihninizin) gerçeklerini kabul edin ve onunla savaşmak yerine ahenk içinde çalışmaya özen gösterin.
Kısacası sabah işe vardığınızda, “Ay şu sigarayı içeyim de sonra çalışmaya başlarım,” derseniz iyi bir fırsat kaçırmış olursunuz. (Haber ve fotoğraf Science of Us aracılığıyla.)
Çin’in Shengsi Adaları’ndan biri olan Gouqi Adası, terk edilmiş bir balıkçı köyüne ev sahipliği yapıyor. Ana karada balıkçılığın adaya nazaran daha ekonomik olması sebebiyle balıkçıların yıllar önce terk ettiği köy, zaman içinde doğa tarafından ele geçirilmiş. Dün, insanın en çirkin yüzlerinden birini ne yazık ki bir kez daha gözler önünde seren bir dehşetin, Madımak’ın yıldönümüydü. Bugün, dünyanın insansız nasıl görünebileceğinin bir örneği… (N’olmuş? aracılığıyla.)
Amerikalı gazeteci Esther Honig, makyajsız bir fotoğrafını dünyanın çeşitli ülkelerindeki Photoshop’çulara göndererek “Beni güzelleştirin,” diyor. Amacı, güzellik anlayışının ülkeden ülkeye nasıl değiştiğini görmek.
Before & After (Önce ve Sonra) adını verdiği proje aslında geçtiğimiz yıl ortaya çıkmıştı. Yine de güncelliği koruyan bir mevzu olduğunu düşündüğümüzden sizlerle paylaşmak istedik. Fotoğrafların birçoğu insana güzel olduğu kadar komik de gelebiliyor. Zaten tüm mesele de birinin güzelinin diğerinin palyaçosu sayılabilmesi değil mi…
Sizce en güzel ya da en çirkini hangisi? Yorumlarınızı bekliyoruz. (Bigumigu aracılığıyla.)Devamı »
İnsanlar Apple saati için sıralara diziledursun, Sony e-kâğıttan saat üretmiş bulunuyor. Kayışın ve saatin kullanıcının hareketlerine göre şekil ve renk değiştireceği ürünün “akıllı” olma iddiası yok — sadece saatin kaç olduğunu gösteriyor. İncecik, temiz ve basit bir tasarıma sahip ve pilinin 60 gün gittiği söyleniyor. Saati satışa sunacak olan Japon Fashion Entertainments markası, e-kâğıttan giysiler üretmeyi de planlıyor — örneğin papyonlar, şapkalar ve bağcıklar.
Aşağıda, ürünün tanıtım videosu ile fotoğraflarını görebilirsiniz. FES’le ilgili daha fazla için de internet sayfasını ziyaret edebilirsiniz. Sizi bilemeyeceğiz ama biz dizüstü bilgisayarlar, masaüstü bilgisayarlar, akıllı telefonlar, tabletler, şunlar bunlarla dolu dünyada bu saati Apple’ın akıllı saatinden çok daha cazip buluyoruz. Sizin de tasarımla ilgili görüşlerinizi yorumlara bekliyoruz. (The Verge aracılığıyla.)Devamı »
Modern dünyada müziğin evrimi ve bu konuda yapılan araştırmalara, Koltukname olarak zaman zaman göz atıyoruz. Kimi zaman oldukça şaşırtıcı çıkarımlarla da karşılaşıyoruz. Meşhur bilim cemiyeti Royal Society tarafından hazırlanan bir bilim dergisinde yayımlanan, ABD’deki müzik zevkinin evrimi konusundaki araştırmanın sonuçları da ziyadesiyle ilginç.
Londra Kraliçe Mary Üniversitesi bünyesinde yapılan araştırma kapsamında, ABD müzik listelerinin ilk 100’üne girmiş tam 17.094 parça incelenmiş. Araştırma sonuçlarına göre 1960-2010 yılları arasında dinleyicilerin genelinde müzik zevki hafif bir biçimde ama sürekli olarak değişmiş. Kâh rock müzik kâh soul beğenilir olmuş. Ama büyük kırılımlar bu 50 yıl içinde üç kez yaşanmış.
Yapılan analize müziğin tınısındaki değişimler, kullanılan akor dizileri gibi özellikler incelenmiş ve parçalar müzik türlerine ve alt kategorilere göre sıralanmış. Ayrıca The Beatles ve The Rolling Stones gibi grupların imajları, görünümleri ve tarzları da incelemeye dahil edilmiş.Devamı »
Bize yedi yıldır Don Draper’ın hikâyesini anlatan Mad Men, dün oynanan finalle sona erdi. Diziyle ilgili birçok şey söylenebilir ama şimdilik neredeyse başrolü çalan bir şeye yöneltmek istiyoruz dikkatimizi: içkiye. Zira Amerikan modasının, siyasetinin ve tütün endüstrisinin farklı yıllarını bize neredeyse içten denecek bir üslup ve bazen sinemaya yaklaşan bir görsellik, ayrıca da şahane oyunculuklarla aktaran dizide sigaradan daha fazla tüketilen tek şey alkol.
Kadın-erkek, genç-yaşlı, reklamcı, müşteri, siyasetçi… bir odası olan herkesin odasında bar, odası olmayanların da odası olanlardan aldıkları kadehleri var. Sabah-akşam, hastalık-sağlık fark etmiyor. Başına herhangi bir şey gelen kendini şişenin önünde buluyor. Bu kadar içkiye bu kadar az sarhoşluk sahnesi oranı da herhalde yine bu diziye özgü. Gerçi geçen zaman zaman Don Draper’ın bile içkiyi kaldıramadığı anlar olduğunu gördük ve şaşırdık. Neredeyse yakıştıramadık.Devamı »
Şubat ayıyla birlikte bir Akademi Ödülleri’ni daha geride bıraktık. Adayların “beyazlığı”yla eleştirilen ödüllerin, sunucu Neil Patrick Harris’e rağmen eğlenceli geçtiği de pek söylenemez. Bu durumda Onur Kurnaz ile Sevil Yılmaz’ın müthiş çalışmasına dönüyoruz. Aday filmlerin konularını Türk popüler kültürüyle buluştuan afişler, NPH’nin esprilerinden çok daha komik. Bizim favorimiz Boyhood, ya sizinki? Yorumlarınızı bekliyoruz. (Bigumigu aracılığıyla.)
David Gilmour ’75 yılının bir kış günü, arkadaşının kendisine ilettiği demoyu dinlediğinde “Bu kızda iş var,” demiş olsa gerek. Zira cebinden ödediği parayla o minik kızın düzgün birkaç kayıt yapmasını ve zamanın en büyük plak şirketlerinden EMI’a götürüp sözleşme yapmasını sağlamıştı. Gilmour’un yeteneği algılamakta mahir duyarlılığı sayesinde Kate Bush gizli bir elmas olmaktan kurtulmuştu.
Bugün işler artık pek böyle yürümüyor. Dijital devrim her şeyi olduğu kadar müzik endüstrisini de kökten değiştirdi. Eskiden plak şirketleri büyük hitler üretme potansiyeli olan müzisyen ya da grupları avlamak için işinin ehli uzmanlardan yardım alırdı. Grup ya da müzisyen bir büyük şarkı yazdığında, hemen mahir bir prodüktör devreye girer; o parçayı dillere pelesenk edecek şekilde düzenler; grubun ya da müzisyenin ve elbette şirketin çapına göre bir şehir, ülke ya da dünya turnesiyle desteklenirdi.Devamı »
Kediler kediler kediler. İnternetin en büyük fenomeni, hayatımızın eğlencesi… Şirinlikleriyle olduğu kadar şapşallıklarıyla da gündeme geliyorlar. En büyük şapşallıklarından biri ise suya duydukları nefretin doğurduğu haller. Evet, arada göllerde yüzmeyi seven kediler de çıkıyor ama çoğunlukla patilerini yalayarak yıkamayı yeğliyorlar. Acaba ıslandıkları zaman ne kadar komik göründüklerini bildikleri için mi bu kadar çok nefret ediyorlar sudan? Gayet olası. Çünkü aşağıdaki fotoğraflardan da görebileceğiniz gibi, ıslak kediler gerçekten çok şapşal oluyor… ya da çok korkutucu!
Koltukname’deki diğer kediler için sizi buraya alalım. (Bored Panda aracılığıyla.)
İlk ayakkabısının altını ojeyle boyadıktan sonra kırmızı tabanlı ayakkabılarıyla bir efsaneye dönüşen Christian Louboutin, şimdi geriye dönük bir yol izleyerek kendi kırmızı (ve tabii başka renk) ojesini üretiyor. Şişesi de uzun bir topuğu andıran ojenin tanesinin 50 dolar olduğunu belirtiyor, yorumları size bırakıyoruz…
Ayakkabılar efsane, ojenin kırmızısı efsane; reklam filmini çekecek ismin de bir o kadar efsane olması gerektiği düşünülmüş olsa gerek ki David Lynch‘e başvurulmuş. Louboutin’le daha önce “Fetiş” adlı projede (DİKKAT, işyerinde açmaya uygun değildir vs.) Lynch’in kendine has reklam filmini aşağıda izleyebilirsiniz.
Bu, Lynch’in moda evleriyle ilk ortak çalışması değil. Lynch, başka markalara çektiği reklam filmlerinin yanı sıra 2011’de Dior için Marion Cotillard’ın oynadığı, Lady Blue Shangai adında bir kısa film çekmişti. (Spell Saab aracılığıyla.)Devamı »
Zosia Mamet’li Dress Normal reklamı, Odakule’de. Fotoğraf: Koltukname.
İki yıl önce GAP’in yaratıcı yönetmen koltuğuna oturan Rebekka Bay’den beklentiler yüksekti. 2007’de, H&M’in minimalist çizgide giysiler satan alt markası COS’u yaratarak dikkatleri üzerine toplayan Bay’in, tüm Danlığıyla GAP’e eski Amerikan kimliğini geri kazandıracağı umuluyordu. Bay beklentileri boşa çıkarmadı. Artık klasikleşmiş bir marka sayılan GAP, gerçekten de beyaz tişörtler ve kotlardan başlayarak eskisi gibi “basitleşti.”
Bay, bu sonbahar yeni bir hamleyle karşımızda: David Fincher yönetmenliğinde reklamlar. Siyah-beyaz olan bu dört reklam filmine, tam da Fincher’dan beklenecek şekilde karanlık ve esrarengiz bir hava hâkim. “Kimse sizi izlemiyormuş gibi giyinin”, “Sizin karmaşıklaştırmanızı bekleyen basit giysiler” ve “Başkaldırı ve riayetin üniforması” gibi spotlar, şu sıralar Odakule’de de görülebilecek geniş çaplı “Dress Normal” (Normal giyinin) kampanyasının bir parçası. Satın almamız istenen kıyafetlerin ve markaların bir yaşam tarzı, kimlik, hatta ilişki biçimi olarak sunulduğu reklam dünyasında ürünün kendisinin ön plana çıkartılması gerçekten hoş bir değişiklik.Devamı »
Adlarını Fellini’nin La DolceVita‘sına borçlu olan paparazilerin, paparazi dergileri ile haberlerinin artık yalnızca popüler kültürün değil, günlük hayatlarımızın da kaçınılmaz bir parçası olduğu yadsınamaz. Zira haber almak için girdiğiniz gazetelerin internet siteleri bile bilmem kimin şok pozları, çarpıcı açıklamaları, şunun bunun kavgasıyla karşılaşıyoruz.
Paparazi ve paparazi haberlerinin yanlışları saymakla bitmez. Fakat Vagenda Magazine, özellikle manşetlerde göze batan cinsiyet ayrımcılığı meselesini ele almaya karar vermiş. Twitter takipçilerinden, meşhur kadınların giysilerine, makyajlarına, saçlarına, kilolarına odaklanan manşetleri yeniden yazarak “normalleştirme”lerini istemişler. Sonuç, her gün göre göre ne yazık ki alıştığımız, belki yadsımamız gerektiği kadar yadsımadığımız birçok yorumun ne kadar acayip olduğunu ortaya koyuyor.
Aşağıda, bu yeni manşetlerden bir seçki bulabilirsiniz. Tamamı ise, habere dikkatimizi çeken Huh. Magazine’de.
ONLAR, “Dışarı makyajsız çıkan Amy Adams, Los Angeles’taki süpermarketin reyonlarında çıldırırken hiç de ihtişamlı değil,” DİYORLAR.
BİZ, “Kadın market alışverişi yapıyor, hâlâ beş tane Akademi Ödülü adaylığı var,” DİYORUZ.
İngiliz fotoğrafçı ve yazar Mark Crick, Kafka’nın Çorbası adlı kitabında, “Ünlü yazarlar ne tür yemek tariflerini verirlerdi?” sorusunun yanıtını arıyor. Altbaşlığı “14 Tarifle Dünya Edebiyatı Tarihi” olan kitap, Jane Austen’dan Graham Greene’e, on dört farklı yazarın üslubunda yemek tarifi veriyor. Takipçilerimiz edebiyat ve yemeğin ilişkisiyle nasıl yakından ilgilendiğimizi biliyordur. Bu yüzden en sevdiğimiz yemeklerden biri olan mantarlı risottoyu Steinbeck‘in tarifiyle sizlerle paylaşma fırsatını kaçırmak istemedik. Yazarın favori kokteylini merak edenleriyse buraya alalım.
Crick’in bu klasik yazarın üslubunu iyi tutturup tutturmadığını merak edenler ise Steinbeck’in tüm eserlerine Sel Yayınları’ndan, üstelik Tomris Uyar ve Ayşe Ece gibi isimlerin çevirileriyle ulaşabilirler. Devamı »