(Etgar Keret söyleşisi kaldığı yerden devam ediyor. Birinci bölümüne buradan ulaşabilirsiniz.)

AE: Öykülerinizdeki –son kitaptan örnek verecek olursak “Yalan Ülkesi” mesela– hızlı atmosfer değişiklikleri beni hakikaten şaşırtıyor. Biraz ukalaca olacak ama öykülerinizdeki özgünlüğün temel taşlarından birisinin bu olduğunu düşünüyorum. Bir an bir masalın içindeymişiz gibi hissederken bir an sonra sert mesajlar veren bir zaman ve mekânda gözümüzü açabiliyoruz. Bu bilinçli bir tercih mi?
EK: Bilinçli bir tercih değil ama genelde şunu söyleyebilirim: Romantik yazarlar var, bir de neoklasik yazarlar var. İkisi de son derece saygın ama ben kendimi daha çok bir romantik yazar olarak görüyorum. Bu yüzden sanırım hiçbir zaman bir türün içinde yazmadığımı, bir türü kullanamadığımı söyleyebilirim. Bir türde yazdığım zaman, o tür bir kulüp gibi ve o kulübün kurallarına uymak zorundayım. Ama benim onu kullanma şeklim, bir kaşıkla toprağı kazmaya benziyor. Kaşıkla toprağı kazdığınız zaman insanlar gelip “Ne yapıyorsun, o kaşık, onunla çorba içmen gerekiyor,” diyor ama ben “Evet ama benim bir deliğe ihtiyacım var, çorba içmeye değil,” yanıtını veriyorum. Edebi gelenekleri bu şekilde kullanıyorum, asla beni kontrol etmelerine izin vermiyorum.
AE: Nimrod Çıldırışları‘nı biraz geç okudum, birkaç ay oldu daha. “Tuvia’nın Vuruluşu” kesinlikle beni en çok etkileyen öykülerinizden birisiydi. Kederli bir öykü ama tamamen karanlık da değil. Türkiye’nin son dönem iyi öykücülerinden Ahmet Büke’ye ait şu sözü yanına not aldığımı hatırlıyorum: “İnsan dediğin çok garip, çok şahane, çok boktandır.” Siz insanlık adına ümitliDevamı »