Ortadoğu’da nefret

Arap ayaklanmaları, yabancı müdahaleler, Arap ülkelerinin birbirlerine müdahaleleri ve bütün bunlar arasında İran’a karşı bir kuşatmanın olduğu bu günlerde, nefret ve sevgi de daha fazla tartışılır oldu. Bir altüst oluş ve bu altüst oluşun yeniden düzenlenmesi çabası özellikle de Amerika ve AB’nin ısrarlı bakışları altında devam etmekte.  Bu yeniden düzenlenmeyi fırsat bilen Mona el Tahawy Foreign Policy‘nin “The Sex Issue“, yani seks konulu sayısında Arap kadınlarının halini tartışmaya açıyor.  El Tahawy geçen sene protestolar sırasında tutuklanan gazetecilerden biriydi. Özellikle askeri yönetime karşı tekrar alevlenen Kasım 2011 protestolarında içişleri bakanlığında tutuklu olduğunu,  işkence gördüğünü ve cinsel tacize maruz kaldığını serbest bırakıldıktan sonra anlatmıştı. (Kendisinin çeşitli yazılarına buradan ulaşabilirsiniz).

Yazının önemli bir bölümünde yazar Arap ülkelerinden örneklerle kadına olan nefreti anlatıyor:

Mısır kanunlarında eğer bir kadını kocası “iyi niyetle” döverse o zaman ceza verilmeyeceği yazarken, biz neden siyasi doğruculukla uğraşalım.

El Tahawy ayrıca küçük yaşta evlendirilen, on iki yaşında doğumda ölen kız çocuklarından bahsediyor ve en sert yorumlarını Suudi Arabistan için ayırıyor — bu noktada El Tahawy’ye hak vermemek mümkün değil. (Konuyla ilgili biz de geçtiğimiz ay memlekette yapılan bir yürüşü hatırlıyoruz. “Çocuktan Gelin Olmaz” kampanyası çerçevesinde 23 Nisan’da Taksim’de bir yürüyüş oldu.) El Tahawy okurlara Arap dünyasında demokrasinin yüzü olarak tanıtılan Al Jazeera‘de ve diğer uydu kanallarında bol bol çıkan bir “hoca”dan, Yusuf al-Qaradawi’den bahsediyor. Bu şahıs bol bol kadın sünnetinin zorunlu olmadığını ama kızlarını “korumak” isteyen her ailenin yaptırmasında da çekinecek bir şey olmadığını vaaz ediyormuş. Böylece kadınların nefisleri körelecekmiş. Sonrasında sünnet uygulamasına karşı bir fetva çıkarsa da, 2008’de bu uygulama Mısır’da yasaklandığında bazı Müslüman Kardeş üyelerinin yasaya karşı çıkdığını hatırlatıyor yazı. Bu hatırlatma yine “demokrasiye geçişin” hep bastırılan yüzünü tekrar aydınlatıyor.

Mona El Tahawy kadınlara yönelik bu baskıları erkeklerin kadınlardan nefret etmesiyle açıklıyor. Verdiği korkunç örneklerden biri Suudi Arabistan’da yanan bir binadan kadınların çıkmasına polis ve itfaiyenin izin vermemesi sonucu 15 kadının ölümü. Sebep başörtülerinin olmaması! Tahawy süre giden değişimler bir sosyal, cinsel ve kültürel devrimle desteklenmediği sürece bir işe yaramayacağını söyleyerek bitiriyor.

Yazı çokça eleştiri ve yorum aldı. Arap erkeklerinin kadınlardan nefret ettiği ve kadın-erkek eşitsizliği ve kadına yönelik türlü baskıların bunlardan kaynaklandığı iddiası elbette tartışmalı. “Nefret” pek açıklayıcı bir kavram değil. Açıkçası nefret kadın erkek ilişkilerindeki farklılıkları açıklamadığı gibi sadece bölgesel olarak tartışıldığında “özcülüğe” (essentialism) çok açık bir kapı bırakıyor.

Tom Dale yazıyı “yapıbozuma” uğrattığı eleştiri yazısında bölgedeki muhafazakârlığın ve kadına din temelli bakışın aslında yüz yıl önce bölgeyi kuran İngiliz emperyalizminin yönlendirişleriyle modern çağa çevrildiğini hatırlatıyor. Özellikle Suudi Arabistan’ın ayrımcılık biçimlerinin sürekli dış güçler tarafından desteklendiği açık. Yine Tom Dale Afganistan’da bir zamanlar daha eşitlikçi ilişkilerin olduğunu ve türlü müdahaleler sonrasında buraya gelindiğini hatırlatıyor. Biz de eklemek istiyoruz: Özellikle Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından bölgede hakimiyeti tartışmasız hale gelen ABD’nin en çok desteklediği, en yakın ilişkiler kurduğu ülkeler, en muhafazakâr ve kadınlara en çok baskıların yapıldığı ülkeler. Elbette sadece dış müdahale ve Amerikan desteği kadın-erkek ilişkilerini tek başına açıklayamaz. Fakat genel çerçevenin önemli bir parçası oldukları da aşikâr.

Daha güçlü bir eleştiri pek sevdiğimiz Jadaliyya’nın yazarlarından Sherene Seikaly ve Maya Mikdashi’den geliyor. Foreign Policy‘nin seks sayısının tamamını bütün klişeleri tekrarladıkları ve aslında konuyla ilgili bir yeni bir bakış açısı getirmedikleri dolayısıyla eleştiriyor. Mona El Tahawy’ye de şiddet ve baskıların sadece kadınlara değil erkeklere de yapıldığını, örneğin Mısır’daki isyanın çıkış noktalarından birinin Khaled Said’in işkenceyle öldürülmesi ve buna gelen tepkiler olduğunu yazarak karşı çıkıyorlar. Tahawy’nin önerdiği liberalizmin bu topraklara yabancı olmadığını, bu ruh içerisindeki 1920’lerin Mısır’ının kadın hareketini hatırlatıyorlar. Fakat bu tür bir liberalizmin elit çevreler dışında bir anlam ifade etmediğini, kadın sünnetinin kadınlar tarafından da sadece dini değil, sosyo-ekonomik nedenlerle devam ettiriliyor olabileceğini anlatıyorlar. Burada nefretten ziyade Arap ülkelerinin kendi özgün tarihlerinin açıklayıcı olduğunu vurguluyorlar. Bir nefret varsa o da yönetenlerin yönetilenlere yönelik kadın erkek ayrımı bilmeyen bir nefretidir. “Tek bir cevap yok, çünkü tek bir suçlu yok, ayıklayacağımız ve ‘hoşgörü’ ve ‘sevgiyle’ değiştireceğimiz tek bir ‘kültür’ ve tek bir ‘nefret’ yok,” diyorlar.

Katılıyoruz. Tek bir cevap yok. Arapları senelerce “uyumak”la itham edenler ve yaptıkları grevleri görmeyenler şimdi de Tahawy’nin açıklamalarını kullanarak onları “kadın düşmanı” olmakla suçlayıp mevcut düzenin yeniden üretilmesinde bu suçlamaları kullanabilirler. En kötüsü eğer on yıllardır verilen kadın mücadeleleri hatırlanmazsa, toplumlar hafızasızlaşıp bir nefret söyleminde hapis kalırlarsa, çıkış yolunun zaten olamayacağı gerçeği. Her ne kadar kadınlara yönelik baskıların seslendirilmesi, güçlü bir şekilde seslendirilmesi çok kıymetli de olsa, bunların sunulduğu çerçeve de bahsi mevzu baskıların yeniden üretilmesine katkıda bulunmayacak nitelikte olmalı. Elbette bu tartışma sadece Arap toplumları üzerinden değil, memleket üzerinden de düşünülebilir. Türkiye’deki eşitsizlikleri ne açıklar?

Website | + posts

Ortadoğu’da nefret” üzerine bir yorum

Bir Cevap Yazın